Fatih-Fevzipaşa Caddesi’nin dünyanın fâni şâşâları ile doldurulduğu bu boğucu vakitlerde; Sâmiha Ayverdi, Ekrem Ayverdi, İlhan Ayverdi ve Annelerinin yaşadığı bu değerli evin sükûtuna ve nisyânına gönlüm râzı olamadı.
O hâl üzere olabilmek…
Kızım Şehâdet Vefâ’nın tevellüdü sebebi ve sürûru ve anneliğin pek ciddî mes’uliyetleri sebebi ile epeydir makâle yazmıyordum. Vefâ’mın büyümeye başlaması ile de ilk makâlemi şu ân kaleme almış bulunuyorum. Ne yazmalıyım? diye düşündüğümde; bir özleme doğru süzüldüğümü fark ettim. “Keşke Sâmiha Anne yaşasaydı da ziyaretine gidebilseydim, hâl şerbetinden içebilseydim…” dedim. Beni bu hislere gark eden biraz da kendisinin ikâmet ettiği yere yakın bir yerde ikâmet ediyor olmamızdı.
Özcan Hocam’a minnet ve şükran ile..
Fatih-Fevzipaşa Caddesi’nde “Numara 175”te ağabeyleri Ekrem Ayverdi Beyler ile ikamet etmiştir Sâmiha Ayverdi. Daha sonra başka bir yere taşınsa da bu ev, hâtıraları ile dolu. Sâmiha Anne’yi bana tanıtan; talebesi ve manevi oğullarından Özcan Ergiydiren Hocamız olmuştu. Şu an bu dünyadaki 89. yılını yaşayan Özcan Hocamız epey vakit önce, mimarı Ekrem Ayverdi olan bu evden bahsetmiş ve orayı hep birlikte ziyaret etmemizin güzel olacağını söylemişti. Hakikaten kendisinin lisânından ve hâtıralarından dinlemek mümtâz bir zaman dilimi olacaktı. Mâatteessüf bu, nasib olmadı. Ancak ne zaman Fevzipaşa Caddesi’nden geçsem; onca sahte mağaza ışıltıları ve boğultuları arasında gözüm; o evi, Numara 175’İ arar. Öylece sâde ve metrûk bir hâli vardır ki… Sanki bu asra dilini kapamış gibidir. Küskünlük, kızgınlık? Ya da keşfe nâzır bir hâl… Bilemiyorum. Bu gözlemler bende sürüp giderken, Özcan Hocam’ı aradım. “Hocam, bir ziyaretten bahsetmiştiniz. Şu an mümkün mü acaba?” diye sorsam da cevabı biliyordum aslında. Zira Özcan Hocamız artık Kubbealtı Vakfı’na dahi gidemeyecek kadar rahatsızdı. Oysa ki yıllarca çok uzun yoldan, hiç yılmadan vakfa gelir giderdi.
Letâfet ve Hikmet… Ne çok yitiğimiz!
Çok istediğini, ancak geçirdiği ameliyatlar sebebi ile dışarıya çıkmakta zorlandığını söyledi. İçimde Sâmiha Anne’ye özlem duyduğumu ve evini ziyaret etmek istediğimi söyledim. Ve Sâmiha Anne’ye yakın olduğumu belirttim. Hocamız tebessüm ederek, ikâmet yakınlığını manevi yakınlığa te’vil edercesine; “Allah daha da yakın eylesin…” dedi. Sâmiha Anne’nin bu hikmet mirasları idi beni celb ve cezb eden. Zira talebesinde de hep bu hâl görünüyordu: Letâfet ve Hikmet… Ne çok yitiğimiz! Özcan Hocamız bu ziyarete eşlik edemese de miftah olmuş, benim 2 yaşındaki kızım Vefâ’m ile Numara 175’i ziyaret etmemize vesile olmuştu. “Oradaki görevli Hamdi Bey sizi bekliyor.. Ne zaman isterseniz gidebilirsiniz…”
Revân olabilmek…
Sâmiha Anne’yi ziyaret edecekmişçesine heyecanlanmıştım. Nitekim, gününü tâyin edip kızımla, zaten bize yakın olan, o yola revân olduk. O hâmuş bina bizi kalbine buyur ediyordu demek… O gün panjurlar aralanmıştı. Ki ne zaman görsem sıkı sıkıya kapalıydı bu eski yapının panjurları. Özcan Hocamız’a biraz da sitemle bunu da dile getirmiştim. “Hocam, Numara 175’in metruk bir hâli var. Üzülüyorum… Panjurlar hiç açılmıyor” Oysa; bu binayı gençlerimiz ile buluştursak.. Can verseler birbirlerine.. Yıllar dile gelse… Hâtıralar konuşsa… Yitikler bulunsa..
Hâlâ hayat dolu bir ev…
Evet… Kızımla Numara 175’in önündeyiz. Kızım kapı ile oynuyor. Ben zile basıyorum. Ve kapı açılıyor… Ne sâadet! Zarif mimari ile mebnî olan bu yapıya adımımızı atıyoruz. İki üç basamaklı, içe kıvrımlı mermerler, mihmânlara latîf bir lisanla “Hoşgeldiniz…” diyor sanki. Ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Zîrâ ev o kadar canlı ki… Sâkinleri hiç gitmemişler gibi… Mermer yapı genişliyor ve yerini ahşab odalara ve merdivenlere bırakıyor. Duvarlar birbirinden güzel sanat eserleri ve özel eşyalar ile döşenmiş. Bu eserlerin başında Süheyl Ünver Bey’in tabloları geliyor. Önce Konuk Bekleme Odası’na alınıyoruz. Konuklar önce burada misafir ediliyor. Konuk Bekleme Odası, büyük bir salona açılıyor. “Ramazan-ı Şerif’te Sakal-ı Şerif getirilirdi” diyor Özcan Hocamız, telefon konuşmamızda. “Misafirler ağırlanırdı bu salonlarda… Ne güzel zamanlardı…” Salondan, hayat diyebileceğimiz alana ilerliyoruz.. Merdivenlerle yukarı çıkıyoruz. Odalar.. büyük büyük ahşap masalar.. dolaplar.. her şey yerli yerinde. Ekrem Bey’in yaşlı annesinin kaldığı oda da tanıtılıyor. “Anneleri burada kalırlardı.” Bir üst kata çıkarıyoruz. İlhan Ayverdi’nin çalışma odası… Az önce o masadan kalkmış gibi. Kitaplar raflarında itina ile dizili.. Hepsi eski, değerli eserler… Uzun uzun incelemek istiyorum aslında. Lâkin buna vakit de kızım da izin vermiyor. Çatı katına doğru ilerliyoruz. Ekrem Ayverdi’nin odası… Bir başka ihtişam da burada. Yine aynı büyük masa… Ve kitaplar dizili bir dolu raf…
Kitaplarını, yatağının kenarında yazardı
Evin en duygulandığım kısmı ise, orta kattaki bir odada; Sâmiha Anne’nin yatağı… gözlüğü… 6:41’de durmuş saati… kalemleri.. ve vefât ettiği târihi gösteren Takvim Yaprağı: 22 Mart 1993… O vakitten sonra kimse o takvime el sürmemiş. Hâlâ onu bekliyor sanki.. Bu odada kalakaldım. Özcan Hocamız bir keresinde, Sâmiha Anne’nin hiç masasının olmadığını, bütün kitaplarını yatağının kenarında yazdığını söylemişti. Bu yatak, o yatak demek… onca kelimeyi ağırlamış nâdide ve nâdire miras… Sâmiha Anne’nin vefatından sonra özel eşyaları, bulunduğu evden alınıp bu odaya getirilmiş.
Dışarıdan suskun, fakat içeriden (kalpten) hâlâ konuşan mütevâzi (ve içi ihtişam dolu) bu yapının, müze olmasını; nesiller ile buluşmasını diliyorum. Zîra; Sâmiha Anne’nin ve Ayverdiler’in hâtırâları daha çok kalp ile buluşsun. Zikir ve fikir olunsun…
Özge Senâ Bigeç