Hürü Ana ve Oğlu Şekerci Ökkeş

Ancak bir kısmı Fransızlarla beraber kaçabildiler. Biz de çok şehit ve yaralı vermiştik. Ama çok şükür, bir harabe haline gelen Maraş’ımızı da düşmandan temizledik.

Hürü ana, Kahramanmaraş’ta ismi şimdi Kurtuluş Mahallesi olan Kuytul’da oturdu yıllar yılı. 1871’de doğmuştu Maraş’ta. Savaş yıllarının öncesini ve sonrasını yaşadı, tüm acısı ve çilesi ile. Komşularının ekserisi Ermeni idi ve hep bir arada kardeşçe yaşamakta idiler. Yüzyıllar süren kardeşlik ve de komşuluk, 1900’lü yılların başında bir anda, yerini kin ve düşmanlığa bırakmıştı. Sonra Ermeni çetecilerin baskınları ve katliamları konuşulmaya başlandı.

Osmanlının yenik sayılıp, toplaklarının paylaşıldığı ve Maraş’a da işgal kuvvetlerinin geldiği günlerde, ipler tümden koptu. Ermeniler, erkek kadın, genç, yaşlı, hep bir ağızdan haykırmaktaydı “Kahrolsun Türkler” diye. Türkleri kıtırkıtır keseceklerini, büyük Ermenistan’ı kuracaklarını da çekinmeden dile getiriyorlardı. Halk sinmiş, sindirilmişti. İşte; o yılgınlık günlerinde çıktı, Hürü kadın meydana. Güçlü kuvvetli idi, korkusuzdu. Elinde bir tahta parçası, bitişik Ermeni evlerinin damlarına çıkarak bas bas bağırıyordu:    ‘-Ellik gavurları, bizim malımızı, canımızı alacaklarmış! Gelsinler de görsünler!.. Onların hepsi bana yetmez!.. Şu tahta parçasıyla ben kırarım hepsini!.. Haydi, çıkın yüreğiniz varsa meydana!..’ Hürü Kadın’ın tek oğlu vardı. Adı Ökkeş. 1904 doğumlu. O yıllarda, henüz 16-17 yaşlarında, üstelik komşusu Ermeni bir kıza âşık. Şekercilik yapardı. Tıpkı anası gibi pehlivan yapılıydı. Yiğitliği ile meşhur olanlardandı. Köstek çivisini elinde tutup bir vurmayla tahtaya geçirebilecek güçteydi. Hürü Ana, elindeki tahta parçası ile hızını alamamış, oğlu Ökkeş’e haykırmıştı, Ermeni komşularının gözlerinin içine baka baka: ‘- Bir oğlum var, onu da vatana adadım. Ulan Ökkeş, ya şehit olacaksın; ya gazi!..’  O yıllarda, Belediye Çarşısı’nda şekercilik yapan Ökkeş, yıllar sonra Murat Sertoğlu’na anlatır yaşadıklarını.  Alır sözü Ökkeş… Bakalım ne söyler:  “-Çok ama çok hakaretler görüyorduk bey. Ben o zaman, 17 yaşlarında idim. Leblebici çıraklığı yapıyordum. Olaylar, olayları takip ediyordu. Ermeniler, açıkça bizi asmaktan, kesmekten bahsediyorlardı….Bir gün, dükkânda yalnızdım. İçeriye üç Ermeni girdi. Bunlardan birini tanıyordum. Zeytinli Aram Çavuş adında, çok azılı biri idi. Eşek kuyruğu gibi kulaklarına kadar uzanan bıyıkları vardı. Benden tuzlu fındık ve leblebi karışığı istediler. Dediklerini hazırladım. Aram Çavuş kâseyi cebine koymak için gocuğunu açtı. Altında kocaman bir tabanca ile, uzun bir Çerkes kaması vardı. Maksadının bana bunları göstermek ve beni korkutmak olduğunu anlamıştım. Sonra cebinden bir Mecidiye çıkararak uzattı.Bu işi yaparken de pis pis gülüyordu…Altında kalır mıyım? Ben de parayı bozmak için çekmeceyi şöyle sonuna kadar açtım ve orada durmakta olan tabancamı kendisine göstermiş oldum. Bunu görünce, bozulur gibi oldu.  Paranın üstünü aldıktan sonra:  “-Sizinle yakında görüşeceğiz” dedi. “-Hazırız!” cevabını verdim. Defolup gittiler…

Ama benim ilk işim, bir tabanca daha satın almak oldu. Durum, her geçen gün biraz daha gerginleşiyordu. Bu arada, Sütçü İmam ve Bayrak olayları oldu. Biz hepimiz ahdetmiştik: ‘Kırk yıl tavuk olacağımıza, bir gün horoz olalım’ diyorduk. ..Arkadan, Türklere silâh ve fişek dağıtılmasına başlandı. Ancak, silâhlar yalnız askerlik yapmış olanlara veriliyordu. Bu iş de, çok gizli yapılıyordu. Konuşmalar şifreli oluyordu…Meselâ; bir tüfek ve kırk mermi alan, bundan arkadaşına bahsederken: “Bir kaz aldım, kırk da yumurtası var” şeklinde konuşuyordu.Hiç unutmam; Bayrak Olayı günü, toptancı pekmez dükkânı olan Babahallıoğlu Ali Efendi,  bana, oğlu Muhlis’i vermiş, evine götürmemi istemişti. Ben de o zaman, çok ufak bir çocuk olan Muhlis’i evine götürüp bırakmıştım. Muhlis Bey, sonradan okudu vali oldu.  (Muhlis Babaoğlu)…Muhlisi evine bıraktıktan sonra, ben de Ulu Cami’ye koştum. Kaleye bayrak dikenlerin arasında, ben de vardım. Bayrağı çektikten sonra, hükümete geldik. “Fransızları istemiyoruz. Memleketimizden çıkıp gitsinler…” diye bağırdık. Bu arada aramıza karışan…bir Ermeni komitecisini yakaladık. Üzerinde bombalar vardı. Fedai olarak gelmişti. Maksadı üzerimize bomba atmak imiş. Kendisi hemen oracıkta linç edildi. Ermeniler gitgide azıyorlardı. Bize, açıktan açığa: “-Burası artık Ermenistan oldu… Sizin evlerinizi yıkıp arpa tarlası yapacağız.” diyorlardı. …Belki ben çocuk olduğum için, yanımda daha pervasız konuşuyorlardı. Ben bir tüfek elde edebilmek için çırpınıyordum. Bizim mahallede, Ermeniler çoğunlukta idi. Yalnız üç tane Türk evi vardı. Büyük bir tehlike içinde idik. Nihayet bir tüfek edinebildim.. Demek ki; son saatimiz gelmişti. Düşman hepimizi öldürmek, yok etmek niyetini gizlemiyordu. Hemen fırladım, abdest alıp iki rekat namaz kıldım. Silâhımı aldım, anneme:  “-Ben gidiyorum. Ölürsem şehit; dönersem gazi olurum” dedim.  Annem korku ve üzüntü içinde idi, gitmeme razı olmak istemiyordu:    “-Sen henüz küçüksün! Seni hemen vururlar oğlum!” dedi….Ona şu karşılığı verdim:   “-Yaşım küçük ama, imanım büyüktür anne! Şehit olacaksam, vatan ve millet uğrunda şehit olacağım. Ben ölmeliyim ki; düşman sizlere ilişmesin!” Annemin yanında hiç ayırmadığı bir hamail vardı. Bunu bana verdi ve:   “-Yarabbi! Bir tek evlâdımı sana emanet ediyorum. Meleklerinle onu koru!” diye dua etti.  “-Bana sütünü helâl et anne!” dedim “-Helâl olsun…” diye beni bağrına bastı.  Silâhımı kaptığım gibi, dışarı fırladım. Biraz koştuktan sonra bizimkilerden bir grupla karşılaşarak onlara katıldım. Sağda solda evler yanıyordu. Bilinmeyen yerlerden kurşunlar yağıyordu. Vurduk, vurulduk. Akşama kadar dövüştüm. Bazı kiliselerin ve Ermeni evlerinin damlarında, kurulmuş makineli tüfekler ortalığı cehennem gibi kavuruyordu. Fakat bana tek bir kurşun bile değmedi…Savaşın sonuna kadar her gün dövüştüm. Sonunda Mercimektepe’ye, düşmana yardım geldi. Onlar da bu sayede kaçıp canlarını kurtardılar. Maraş kurtulduktan sonra, gönüllü olarak Gaziantep ve Şam savaşlarına da katıldım…Bizlerle birlik olacak yerde, düşmanla birleşen, bizi yok etmeye kalkışan Ermeniler, büyük zayiat verdiler. Ancak bir kısmı Fransızlarla beraber kaçabildiler. ..İntikamımızı aldık.”Hürü Ana çekilen onca acı ve çilenin ardından, kurtuluş sevincini yaşar. Baştan aşağı yanan şehrin, yeniden imar edilişine şahit olur. Uzun bir ömür sürerek 5 Ağustos 1953’de vefat eder. Oğlu Şekerci Ökkeş ise harp sonrası, bir ara Osmaniye’de şekercilik yapmış olsa da, daha mesleğini Ulu Cami’nin kuzeyinde, Belediye Çarşısı’nda sürdürür. Ömrünü bu çarşıda tamamlar. 17 Aralık 1980’de vefat eder. Rahmetle anıyoruz.

Serdar YAKAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir