Uzaktan Süleymaniye’ye bakınız, kıbleye dönük olarak yapılması mecburi olan cami, bulunduğu tepe üzerine öyle bir şekilde kurulmuştur ki, bu mecburiyeti düşünemezsiniz. Çünkü binanın oraya başka bir tarzda inşa edilebileceği düşünülemez. Yeri şekline öylesine uygundur, mütenasiptir.
Ortadaki iki uzun minarenin bir tarafındaki kubbe ile diğer tarafındaki iki alçak minare arasında öyle bir vezin vardır ki, insan baktıkça caminin silüetine hayran olmaktan kendini alamaz. Ve Türk mimarisinin bütün manası ile bir silüet mimarisi olduğuna bundan güzel bir misal bulunamaz.
İstanbul’a ilk Türk çehresini Sinan vermiştir.
Bununla beraber her devri gelişimci idi İstanbul’un, Hayatın icapları değiştikçe İstanbul yeni bina kazanıyordu. Fakat burada Tanzimatın talihsizliği işe karışır. On dokuzuncu asrın büyük zaafı vardır: mimarisiz asırdır. Büyüğü ehemmiyetliyi, hatta ilerledikçe topluluk fikrini ve icaplarını bulur. Fakat hususi bir üslup bulamaz. Asrın sonunda Eyfel Kulesi’nde kendisini modern tekniğe teslim edene kadar eski üsluplar arasında beceriksiz bir simyager gibi onları birbirine karıştırır. Barok, Rokoko, Rönesans, Greko romen Fransız klasiği, İngiliz klasiği, asrın sonunda Alman ampir uslubu, Venedik hatta Endülüs mimarisi birbirine karışıyordu. Gözümüz Avrupa’da olunca özümüzü unuttuk özümüzün mimarisini de unutup tekamül edemedik…
Aslında o dönemde İstanbul’da kendine has çok güzel bir sivil mimari vardı. Fakat bu ahşap mimari taşa üslubunu, kolay işlenen ahşapın tekniklerini taşa işlemek güç ve çok para isteyen bir işti.
İşte Tanzimat bu bizden olmayan karışık tarz bir mimariyi bize yerleştirdi. Asıl tehlike İstanbu’lun dört asır kendi bünyesinde taşıdığı Beyoğlu’nun birdenbire Tanzimatın imkanlarıyla genişlemesi ve aşağıya denize doğru taşınmasıydı.
Lamartine 1832’de süslü muhteşem bahçelerini methettiği sırtlar avrupalı binalarla dolunca, İstanbul’un ufku hiç tanımadığı bir sertlik kazandı. Bugün Üsküdar tepelerini aynı tehlike beklemektedir.
Hiçbir asaleti olmayan manasız ve havasız bir lüksle, küçük imkanların gelişi güzel tasarrufuyla ve kolaycı yaklaşımlarla İstanbulun mimari mücadelesi nasıl halledilecek… Netice olarak Türk İstanbul’un kaybolmaması ancak boğaza ve Üsküdar’a verilecek şehir planıyla kabildir…
Yıllardır İstanbullunun ensesinde pişen boza Depremdir, deprem korkusudur. Konu dünya çapında bir meseledir. Son 6.2’lik deprem, korkunun her an kapıda olduğunun bir delilidir… Tarih boyunca depremlerin sarmaladığı ülkemizde İstanbul’u korumak için mücadele etmeliyiz.
Bu konu kişiler arasında menfaat kavgalarından çıkarılıp, sahipliğin öne çıkarıldığı bir şehir insanlığına dönmelidir… Yahya Kemal Üstad, lüzumsuz çekişmelerin sebep ve sonucunu yazarak vaz geç, yürü ,deyivermiş…
“Ahbabını ister iyi ister kötü seç.
İdbara düşersen seçilirler er, geç
Birçokları küsmüş gibi biganeleşir.
Onlar sana küsmeden sen onlardan geç.”
Baharın güzel ayı Mayısta, laleler, güller, sümbüller, menekşeler açınca her tarafta, ruhumuzun tazelendiğini görürüz. Tarihten bu yana güzel günlerin sıkıntılı günlerin yaşandığı Mayıs ayında, Gençlik ve spor bayramını, işçi bayramını, İstanbulun fetih gününü,15 Mayıs Havacılık gününü kutlarız. 1960 devriminin acı gün ve sonuçlarını hatırlarız. Üstad Necip Fazıl’ı doğum ve ölüm yıldönümlerinde anarız.
Baharı yepyeni bir sayı ile karşılamak için çok çalıştık, depremler ve felaketler, sıkıntılı günler ve ölümler de olsa, günlerimiz içinde çalışmaktan bıkmadan güzel işler yapmak zorunda hissederiz kendimizi… Bu ay yine saçımızı taradık, kravatımızı taktık huzurunuzdayız..
Hz. Mevlâna der ki: “Çaresizlik, Allah’tan gelen güzel işarettir, duanın vaktinin geldiğini gösterir. Süzülüyorsa gözünden yaşlar, hüzünlüyse güzel yüzün, Rabbin seni özlemiş, sesini duymak istemiştir.”
Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza…
Mehmet Kamil BERSE
Genel Yayın Yönetmeni