Merhaba Afrika

Sanki insan yeryüzünde belirdiğinden beri ilk defa bulunmuş gibi bu topraklar. Yoğun bir inşa faaliyeti içinde her yer.

BİRİNCİ GECE

Bürokrasinin kalemden bukağılarını kırarak, kâğıttan zincirlerini sökerek yurt dışına gitme iznini almaya muvaffak olduk. İkinci Uluslararası İbn Haldun Kongresi’ne katılmak üzere Cezayir’e gidiyorum. Türk Hava Yolları’nın 845 sayılı Sinop uçağı ile Atina’ya gitmek için Atatürk Hava Alanı’nın 104 numaralı kapısından çıkıp, Pilot Özkan’ın uçağına bindik. Atina için uçuş süresi 1 saat 5 dakika. Hiçbir endişe yok içimde, sadece sevinç var. Uçağın yeri terk edip havalanması ne hoş! Ölümde böyle güzel mi acaba? Küçük Çekmece Gölü üzerindeyiz. Mavilikler içinde, küçük, beyaz bulutlar arasındayız. Artık aşağısı görülmüyor. Yer-gök mavi.

Dev bir melek sanki uçak. Atina Hava Alanı’na gelip uçağın arka kapısından yere inerken, vakti gelip de dünyaya gelmiş bebekler gibi hissettim kendimi.

Atina Hava Alanı, bizden daha çok sayfiye havasında, Araplar, Hintliler, Afrikalı güzel erkekle Avrupalı güzel olmayan sevgilisi veya karısı… THY uçağının İstanbul’a dönmek üzere kalkışını görünce, insan anlıyor yurdunu sevdiğini.

Atatürk Hava Alanı’nı, Atina Hava Alanı’ndan daha güzel buldum. İyi.

Asrın başında Girit’in Hanya şehrinde –dedem orada hakimlik yaparken– doğmuş olan ve 25 yıldır Cezayir’de yaşayan zayıf, yaşlı, kibar bir Rum hanımla beraberiz. İmparatorluk coğrafyası çekilen bir dişin boşluğunda doğan sızı gibi,  sancı verdi gönlüme.

Cezayir Hava Yolları uçağına bindik. Çiğ koltuk renkleri, “Sortie” ve Arap harfleriyle “Huruç” yazısı. Cezayir’de hangi kültürlerin at oynattığı kilometrelerce uzaktan hissedilebiliyor. Athinai Airport’a yakında veda edeceğiz. Uçaklar ip atlama sırası bekleyen çocuklar gibi sıraya girmiş. Önümüzde bir Mısır uçağı havalanıyor. Bir saatlik bir rötarla göklere çıkmaya niyet ediyoruz. Kırmızı tuğla damlı, dışı sarı bir kiliseyi terk ederek, Atina semalarına fırladık. Allah’a ısmarladık Avrasya ve merhaba Afrika.

Tirşe rengi bir deniz ve oyalı yarımadalar. Büyüklü küçüklü adalar, limanlar, turistik tesisler, yelkenliler ve gemiler altımızda, hızla ilerliyoruz. Pamuk balyası bulutların arasındayız. Atik yarımada semalarında olsa gerek. Birden fırtına bulutlarının içine girdik. Kurşunîden griye, griden beyaza dönüşen ciddi bulutların artı ve eksi kutuplarını, üzerlerine kalemle işaret konmuş gibi hissediyorum. İki kere şimşek çaktı. Akdeniz’in tam ortasındayız. Bana öyle geldi ki Hilâl ile Haç’ın kavgası semavatta hâlâ bütün şiddeti ile devam edip gidiyor. Ecdad nasıl gelmiş buralara kadar, bu denizler nasıl aşılmış? Fırtına bulutlarını geride bıraktık, güneşin altında ilerliyoruz. Bir saatimiz var. Uçağın sağ kanadı Akdeniz, sol kanadı Afrika üstlerinde. Altımızdaki kuraklıktan belli. Zaman zaman yeşillikler başlamış. Atina’dan 2 saat 15 dakika sonra Cezayir topraklarına gelmiş bulunuyoruz.

Avrupa maddi çıkarlarıyla girdi, Rusya ideolojisi ile ve bu insanlar, böyle nerden olduklarını şaşırıp kaldılar. Rum madamdan öğrendiğime göre,  her ailede 7-8 çocuk varmış Cezayir’de. Kur’an-ı Kerim doğum kontrolüne izin vermediği için çok çocuk yapıyorlarmış. Şimdi hükümet kürtaja izin vermiş, ama ona rağmen çok çocuklu aileler yine de çoğunlukta. Alçalıyoruz. Kumsal bir kıyı şeridinden sonra ufak tepeler, seyrek yerleşme merkezleri.

“Bahr-i Sefid” sahiden de üstündeki hafif sisten dolayı, beyaz. Artık Cezayir (Alger) Hava Alanı’na iyice yaklaştık. Dikdörtgenlere bölünmüş muntazam, binlerce tarla, farklı yönlere bakan muntazam, bir örnek apartman blokları, fabrikalar, tesisler… Sanki insan yeryüzünde belirdiğinden beri ilk defa bulunmuş gibi bu topraklar. Yoğun bir inşa faaliyeti içinde her yer.

Kendimi Yunanistan’da olduğundan daha fazla kendi ülkemde hissediyorum. Evet, tekerlekler yere değdi. Büyük palmiyeler, belki de hurma ağaçları. Hava alanının toprak kısımlarına bile ekin ekilmiş ve biçilmiş. Bakalım, Houari Bumedyen hava alanında bando-mızıka ile karşılanacak mıyız?

Kendimi klimalı bir arabanın içinde buldum. Önde bizim Karadenizlilere çok benzeyen sempatik şoför Muhammed (ismini her söyleyişimde sâlavat çekmek geliyordu içimden), onun yanında düz ve uzun saçlı başını her çevirişinde gülen gözleri ve ev sahibesi dikkatiyle Zibeb (yani Zeynep). Hava alanını şehre bağlayan yeni otoyolda hızla ilerlerken Cezayir’de en yaygın olan kadın ve erkek isimlerini soruyorum. Erkeklerde Muhammed (Muhad, Mehed, Hamimed diye kısaltıyorlar bazen), Ahmed sonra diğer büyük peygamber ve halifelerin isimleri, “Abd’ul” ile başlayan “–eddin” ile biten Abdelkadir, Nureddin gibi isimler. Kadınlara Fatima (Fattuma, Fattum şeklini alıyor), Aişa, Hadıca, Cemile, Feride, Edibe gibi bildiğimiz isimler ancak ufak telâffuz farkları var. Fevziye, Fovziye oluyor. Kolonizasyon sırasında, kız çocuklarına (tabi Müslüman kız çocuklarına) Sandra (Alexandra’nın kısaltışı) Linda (İspanyolca güzel demek) gibi yabancı isimler de verilmiş. Ne tuhaf?

Arabamız doğu yakasından şehre girdi: Bir Murad Reis Mahallesi. Karadeniz’in bir sahil kasabasında mıyım, 1954’den 1962’ye kadar devam eden ve Cezayir’den 1,5 milyon şehit alan ve 5 milyon dul ve öksüz bırakan Kurtuluş Savaşı’nın 1,5 milyon şehidinden sadece birisiymiş, Murat Reis. Bugün 22 milyon nüfusu olan Cezayir’in başşehri Cezayir’de 2,5 milyon insan yaşıyor. Her yirmi yılda bir yeni bir Cezayir oluşuyor. Yani gencecik bir ülke, Cezayir.

Devam edecek…

Prof. Dr. Ümit Meriç

(1) 25 Haziran-7 Temmuz 1986 tarihleri arasında gerçekleşen Cezayir ziyaretinin anlatımını içeren bu yazı dizisi, 3-12 Kasım 1986 tarihlerinde ulusal bir gazetede yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir