“Çukurova bayramlığın giyerken,
Çıplaklığın üzerinden soyarken,
Şubat ayı kış yelini kovarken,
Cennet dense sana yakışır dağlar.”
Ben 1960 yılında Karacasu’da doğdum. Karacasu’da doğdum diyorum çünkü size bu yazımda Karacasu yakınlarındaki Afrodisias/Afrodisyas veya gerçek köy adıyla Geyre’yi anlatmak istiyorum. Dergimizin geçen ayki 101. Aralık 2022 sayısında memleketim Karacasu’yu anlattıktan sonra, tarihi milâttan önceye dayanan ve bütün dünyanın büyük ilgisini çeken, üstelik de 2017 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan bu antik şehrimizi dilimizin döndüğü, bilgimizin yettiği ve kalemimizin gücü nisbetince anlatmaya çalışmamız da üstümüze düşen bir vazife olmuştu. Hatırlayacaksınız; dergimizin 87. Ekim 2021 sayısında sayın Hümeyra Yıldırım’ın, “Ara Güler’in Keşfettiği Köy: Geyre” başlıklı güzel bir yazısı yayınlanmıştı. Hümeyra Hanım, Geyre’yi ilk defa evliliği dolayısıyla gittiği 2012 yılında tanıdığını ve Geyre, Afrodisias için ilk rehberinin de kayınpederi olduğunu belirtiyordu yazısında. İncirin, üzümün, zeytinin, narın ve elmanın adeta kendiliğinden yetişmişçesine size her yerden göz kırptığı bu zengin, verimli topraklar için boşuna; “Tüm Asya toprakları içinden burayı kendime kent olarak seçtim.” dememiş Roma İmparatoru Augustus.
Yazıma, büyük halk şâiri Karacaoğlan’ın, yıllar evvel ilk defa ilkokul Türkçe kitabımızda okuduğum ve gönül verip sevdiğim şiiriyle başladım. Ören yerinin ne olduğunu da ilk olarak bu şiirimizle öğrenmiş ve onlardan biri olan memleketimizdeki Geyre’nin de kışın çok üşüdüğünü düşünüp üzülmüştüm de…
Bazılarını benim de tanıdığım, en azından Karacasu’daki eski kültürlü büyük hocaları düşününce Afrodisias’ın keşfinin niye 1958’lere kadar gecikmiş olduğuna hayret ediyorum doğrusu. Hatta 1931 yılında, benim de dört yıl okuduğum Merkez İlkokulu’na mezun olduğu yıl atanan rahmetli Ferit Ragıp Tuncor Hocamızın o yıllarda Geyre ile ilgili olarak neler yaptığını çok merak etmişimdir. Ne yazık ki, Hocamızla daha konuşacak yığınla konumuz varken bizi bırakıp Hakk’ın davetine uyup öte âleme göç ediverdi ansızın.
Ege bölgesine gittiniz belki de ama yolunuz oraya düşmediyse bu çok büyük bir eksikliktir. Afrodisias, seyahatiniz esnasında yolunuzun üzerinde hemen karşınıza kolaylıkla çıkabilecek bir yer değildir. Gidip, görmek ve araştırmak için mutlaka biraz çaba sarf etmeniz gerekiyor.
Geyre’ye İlk Gidişim
İlk defa küçük bir çocukken gitmiştim oraya. İşte o zaman başlamıştı bendeki tarihe, geçmişe, arkeolojiye, sanata, taşa ve mermere olan sevgi, ilgi ve sonsuz merak… Yıl 1960’ların ortaları… İzmir’de oturan Teyzem, İsmet Eniştem ve Sevim Ablam, Karacasu’ya bizi ziyarete gelmişlerdi. O zamanlar özellikle bizimki gibi küçük şehirlerde pek fazla araç bulunmazdı. Bir mavi jip (jeep) vardı ki, herkes bu jipleri iyi hatırlayacaktır. Bütün aile o küçücük jipin içerisine doluştuk ve bilmiyorum artık 10 kişi miydik 15 mi; sağa, sola, ileriye, geriye devriye yıkıla Geyre’ye vardık. Çünkü o zamanlar yollar da şimdiki gibi asfalt da değildi. Taşlı topraklı, kasisli, virajlı, rampalı bir yolda gidiyorduk. On kilometreden biraz fazla olan yol biz çocuklar için çok heyecanlı geçmişti. Eminim tarihî eserlere olan ilgimi o gezimiz sayesinde kazanmışımdır, diyorum çünkü; küçük evlerde, dar çevrelerde, köy, kasaba ve küçük şehirlerde çocuklar kendilerini geliştirebilecek, ufuklarını genişletebilecek, onlara yeni hayat kaynakları sunabilecek pek fazla şey bulamazlar. Ancak çevrelerinde para vermeden elde edebilecekleri şeylerle meydana getirebildikleri oyunlardır onlar için en büyük servet… Hele hele 1960’lı yılları düşünecek olursanız; bir naylon topun bile, dikkat edin, lastik, plastik ya da deri top demiyorum; bulmanın, satın almanın imkânsız olduğu bir zamandan bahsediyorum; işte öyle bir zamanda bizim oyuncaklarımız; varillerin dışından çıkan çemberler, tel arabalar, çamurlar, bilyalar, deliceler, sapanlar, çelik çomaklar, beştaşlar, portakal ve mandalina kabukları idi… Zaten daha fazlasını da görmediğimiz ve bilmediğimiz için de istemiyorduk. Babam gibi diğer Almancıların getirdikleridir Türkiye’mizdeki ilk oyuncaklar… Biz oyuncaklarla ilk defa o zamanlar Almanya sayesinde tanışmıştık. Bundan dolayıdır ki, ilk oyuncaklarımızla birlikte ilk radyo, teyp, pikap ve plakları da tanımamızı borçlu olduğumuz Almanya’nın yeri bir başkadır benim gönlümde… Gitmeden, görmeden ve dolayısıyla da hiç tanımadan kalbimizde büyütüp, hayâl edip sevdiğimiz bir rüyalar memleketiydi orası bizim için… Tabi şimdiki, tabletlerle ve akıllı telefonlarla avutulan, uyutulan ve eğlendirilip eğitilen bebeklerle çocukları düşününce artık ben aradaki mukayeseyi size bırakıyorum…
Ara Güler Afrodisias’ı Keşfediyor
Geyre o zamanlar bugünkü gibi değildi elbette. Tarihî bir dokuda, tarihle içiçe bir Anadolu köyü hâlindeydi. Hani bilenler bilir; memleketimizin en büyük foto muhabiri Ara Güler bir tesadüf eseri oraya yolunun düşmesini ve böylece bir tarih hazinesini nasıl keşfettiğini ne kadar güzel ve büyük bir heyecanla anlatır. Elbette bizler Ara Güler’in hikâyesini yıllar sonra okuyup öğrenecektik. Ondan da biraz bahsedeceğim elbette… Onun kendi anlatımına dayanarak orayı ilk keşfedişi aslında bizim tarihî eserlerimiz konusunda da çok büyük bir önem taşımaktadır. Geyre yani Afrodisias antik şehri günümüze hemen hemen hiç bozulmadan gelebilmiş nadir yerlerdendir. Ara Güler 1958’de, Hayat Tarih mecmuası tarafından, o zaman açılışı Başbakan Adnan Menderes tarafından yapılacak olan Karacasu yakınlarındaki Bozdoğan Kemer barajının açılış töreninin fotoğraflarını çekmek üzere görevlendirilmiştir. Fotoğraf makinesini alıp İstanbul’dan yola çıkan Ara Güler önce uçakla İzmir’e sonra da otobüsle Aydın’a gelir ve talebi üzerine oradaki yetkililer ona şoförlü bir araba verir fakat gece dönüş yolunda şoför yolu kaybeder. Maceralı bir yolculuğun ardından kendilerini, zamanın milattan öncesi bir devresinde durmuş Geyre’de bulurlar. Kendi anlatımıyla oraya vardıklarında Ara Güler büyülenir, şaşırır, hayretler içinde kalır. Orada milattan öncesi bir devirde yaşanmaktadır adeta çünkü Geyre o zamanki hâliyle tarihî eserler üzerinde kurulmuş olan bir köy idi. Ve insanlar da adeta yıllar öncesinden tarihî değer taşıyan birer şahsiyetler gibidirler. Yani oradaki kahvehane ve köyün evleri tamamen tarihî eserlerin üzerine kurulmuştu. Köylüler altını delip, plastik kova koydukları lahitlerin içinde üzümlerin üstüne çıkmış şıra yapmakta, bazıları da lahitlerin üstünde çamaşır yıkamaktadırlar. Heykeller ter çevrilmiş her hangi bir ihtiyaç için taş olarak kullanılmaktadır. Ara Güler bu büyülenmişlik içerisinde yüzlerce defa deklanşöre basarak bütün filmlerini bitirir ve hemen İstanbul’a döner. Bu fotoğrafları İstanbul’dan yurtdışındaki dergi ve gazetelere de servis edecektir. Fakat Afrodisias’la ilgili bir yazı lazımdır. Üniversitelerin tarih ve sanat tarihi bölümlerine baş vurursa da maalesef bu tarihî yerle ilgili iki satır yazı yazacak bir hoca bulamaz. Çünkü orası kayıtlara geçmemiş bir tarihî yerdir yani sanat tarihçileri, arkeologlar ve tarihçiler tarafından henüz keşfedilmemiştir. Yine de birkaç satırla o fotoğraflar Avrupa’ya servis edilir. Amerika’dan gelen arkeologlar Geyre’de yaptıkları araştırmalar neticesinde, oranın Roma İmparatorluğu’na ait, tarihi milattan öncesi yıllara dayanan ve ismini tanrıça Afrodit’ten alan Aphrodisias antik kenti olduğu anlaşılır. Afrodisias’ta bulunan ve tamamen mermerden inşa edilmiş olan heykellerin, kabartma ve yazıların insanı şaşırtacak ölçüdeki mükemmelliği oranın arkeolojik değerini daha da arttırmaktadır. Afrodit Tapınağı kalıntıları, Hamam, Agora, Antik Tiyatro ve Stadyum’un oldukça iyi korunmuş olmasından dolayı dünyanın ilgisini çekmektedir. İnsan yirmi bir kişilik hipodromu görünce bugün yerinde sadece bir köyün bulunduğu topraklarda bir zamanlar ne çok insanın yaşamış olduğunu hayâl dahi edemiyor.
Ara Güler’in çektikleri onun hem iyi para kazanmasına hem de daha çok tanınmasına vesile olur. Yıllar sonra bu yazı münasebetiyle İsmet Enişteme, Afrodisias’a gittiğimiz o gün orada hiç fotoğraf çekip çekmediğini sordum fakat maalesef çekmemişti. Eniştemde bir fotoğraf makinesi vardı ve Karacasu’ya gelişlerinde fotoğraflarımzı çekerdi. O yıllarda insanlarda fotoğraf makinesinin olması pek mümkün değildi yani o günlerde fotoğraf makinesi sahibi olmak adeta bugün bir Mercedes sahibi olmak gibi bir şeydi. Yıllar sonra oranın önemi fark edildi fakat orada bir müze değil galiba hatırlayabildiğim kadarıyla ahıra benzeyen bir depo vardı. Zaten orası bir açık hava müzesi olduğundan bir müzeye de ihtiyaç duyulmamıştı. Kaldı ki, o yıllarda fakir bir ülke görünümünde olan Türkiye’de devletin veya milletin taşla toprakla uğraşacak ne imkânı ne de vizyonu vardı. Nihayet Geyre gibi ancak yılda yolunu kaybeden üç beş turistin yolunun düştüğü bir yerde milyonlar harcayıp bir müze kuracaksın. Bu mümkün değildi. Zaten müzeciliğimiz de Osman Hamdi Bey tarafından geçen yüzyılın başlarından az evvel başlatılmıştır.
Altı Üstü Hazine Dolu Bir Antik Şehir: Afrodisias
Karacasu’da, Afrodisias ve civarında yıllarca kaçak olarak çıkarılan tarihî objelerin, eserlerin ve paraların alınıp satılması alenen yapılmıştır. Zaten bu, devletimizin bütün polisiye ve mâlî tedbirlerine rağmen bir türlü engelleyenmediği acı bir gerçektir. Özellikle o yıllarda kaçak kazı yapmanıza bile gerek yoktu çünkü elinize bir çomak alıp toprağı birazcık eşeleseniz altından en azından gidip şehir pazarında kolaylıkla satabileceğiniz üç beş tarihî sikke çıkardı. Çok iyi hatırlıyorum; o yıllarda tarihî eserler bazı dükkanlarda açıktan açığa satılıyordu.
Yıllar sonra Afrodisias’ın değeri anlaşıldı ve devlet bu işe bir el attı. Şimdi her şey düzene girmiş gibi görünüyor. En azından ben gittiğim zaman öyle hissediyorum. Yıllar önce orada bir vakıfla birlikte bir de modern bir müze kuruldu. Hatta sağda solda eskiden kalma ne kadar taş varsa onları da topladılar.
Karacasu’da bulunduğum bir zamanda Karşıyaka dediğimiz bölgedeki bir akrabamızın ziyaretine gittiğimde kaldırımda; biri Osmanlı Türkçesi ile yazılı tarihî desenli taşlar gördüm. Sorunca öğrendim ki, bunlar orada bulunan Cumaönü Camisi’nin karşısındaki evin bahçe duvarındaki çeşmeye aitti. Evin yıkılıp yeniden yapılacak olmasından dolayı, evin sahibi o çeşmeyi yeniden yaptırma sözü vererek çeşmeyi yerinden sökmüş ve inşaat bitirilinceye kadar çeşmeye ait kıymetli taşlar hiç bir tedbir alınmadan, her türlü tehlike ve tahribe açık bir vaziyette öksüz ve yetim çocuklar gibi kaldırıma rastgele bırakılıvermişti! Bu arada çeşmenin yalak taşı da Roma Dönemi’ne ait bir çocuk lahti olduğundan Afrodisias müze yetkilileri tarafından müzeye götürülmüştü.
Eğer hâlâ Afrosisias’ı görmediyseniz yakın bir zamanda gidip o ören yerini de ziyaret edip gezmenizi tavsiye ederim. Gidilmesi de gayet kolay. İzmir’den, Aydın’dan ve Nazilli’den otobüs ve minibüs ile günün hemen hemen her saatinde Karacasu’ya oradan da çok yakınında bulunan Afrodisias’a gitmek mümkün. Şimdi artık yollar da çok güzel. Hatta Karacasu’yu bypass eden yeni bir yol da yapıldı.
Ömrünü Afrodisias’a Adayan Bir Arkeolog: Kenan Erim
Profesör Kenan Erim Amerika’da bulunduğu yıllardan itibaren Afrodisias’a büyük bir ilgi duydu ve ilk seyahatini Ara Güler sayesinde, onun kıymetli rehberliği ile1959 yılında gerçekleştirdi. Daha sonraki yıllarda çeşitli kazı başkanlıkları ile devam eden serüvenini vefat ettiği 3 Kasım 1990 tarihine kadar sürdürmüş ve ömrünü adadığı Afrodisias’ın girişine büyük Taç Kapı’nın hemen yanına defnedilmiştir. Tabi Afrodisias’la ilgili birçok yayın yapıldı, Türkçe ve diğer dillerde çeşitli kitaplar hazırlandı ve sayısız belgeseller çekildi.
Hazine Sandığı Üstüne Oturmuş Bir Dilenci Gibiyiz
Sizi temin ederim ki, Avrupa’da yaşadığım ve seyahat ettiğim yıllarda karşılaştığım insanlarla tanıştığımda onlara Türk olduğumu söyleyince birçoğunun Türkiye’nin nerede olduğunu dahi bilmediklerine şahit oldum. Onları sakın büyük bir cahillikle suçlamayalım ve unutmayalım ki, bir Avrupalı için büyük bir dünya var gezdikleri, gördükleri ve gezip görecekleri. Biz zannediyoruz ki, bütün dünya Türkiye’yi tanıyor veya tanımak zorunda. Hayır, böyle bir şey söz konusu değil. Şimdi nasıl ki, Türkiye’deki herkes Türk Dünyasındaki ülkeleri tanımıyorsa bir Avrupalının da Türkiye’yi tanımasını bekleyemeyiz. Dünya gerçekten çok büyük. Atlası elimize alıp sayfalarını çevirmeye başladığımız zaman bunu çok daha iyi fark ediyorsunuz. Ama daha bir atlasın kapağını bile açmamış insanlara bunu anlatmak zor olur. Öyle ise ülkemizi sadece Avrupa’lılara, Amerika’lılara, Avustralya’lılara, Kanada’lılara, Yeni Zelanda’lılara, Asya’lılara, Afrika’lılara, Uzakdoğu’lulara ve Ortadoğu’lulara tanıtmakla kalmamalı işe önce kendi vatandaşlarımızdan başlamalıyız. Bizler kendi
Sonuç ve Tavsiye Niyetine
Hiç olmazsa gelecek nesillere bu tarihî eserlerimizin tanıtılması ve korunup sevdirilmesi konusunda bilgilendirmeler yapmalı, onları bu konuda eğitmeliyiz. Bir arkadaşım Karacasu’daki hemşehrilerimizin ilgisizliğinden yakınarak Afrodisias gibi kıymetli bir tarihî hazinenin ayaklarının dibinde olduğu hâlde gidip görme gereği bile duymadıklarından yakınıyordu. Bir gazetenin Pazar ilâvesinde rastladığım Süleyman Saim Tekcan’ın konuyla alâkalı şu sözlerini arşivime kaydetmiştim. Şimdi tam sırasıdır yazımızın burasında zikretmenin: “Bizim topraklarımız dünyada hiçbir ülkenin sahip olamayacağı kadar çok medeniyete ev sahipliği yaptı. Bu topraklarda yaşayan insanların bu kültürden beslenmemesi söz konusu değil. Ben Trabzon’da doğdum, Ankara’ya gittiğimde, ilk gittiğim yer Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ydi. Bu müzede pek çok uygarlığa ait eserler var. Peki, ‘Yeterli mi?’ diye sorarsanız, dev binalar içerisinde birkaç müze daha yapılırsa belki. Bizim insanımıza müze gezmeyi de öğretmek gerekiyor, çok az insanımız müze ile ilişkili. Bu bir kültür ve eğitim meselesi. Ben bu eğitim için bir ömür tükettim.” (Süleyman Saim Tekcan, Yeni Şafak gazetesi Pazar ilavesi, 31 Ekim 2021 Pazar, s.4)
Muhsin Karabay