Uzayın derinliklerinde her an binlerce yıldız doğuyor, yine binlerce yıldız sönüyormuş. Bunlardan pek haberimiz olmuyor, aslında bizi de ilgilendirmiyor.
Bizi ilgilendiren dünyamızın karanlığını gideren güneş ve ay. Daha da önemlisi günlük hayatımızda kullandığımız aydınlatma araçlarıdır. Öyle ya! Karanlıkta kim ne iş yapabilir ki. Karanlığı aydınlatmak için; dedelerimiz, bir süre de bizim nesil uzun yıllar çıra, mum, zeytinyağı veya gazla yanan idare lambası, panus-fanus, cam şişeli gaz lambası, pompalı lüks lambası, el feneri kullanmışlar. Günümüzde elektrikli aydınlatma araçları kullanıyoruz. Elimizde bunlardan birisi varsa karanlık ne derece koyu olursa olsun önümüzdeki varlıkları, nesneleri görür tanır ona göre tedbirimizi alır, işlerimizi görürüz. Ancak bu araçlar insanların içerisindeki karanlıkları aydınlatamaz, sıkıntılarını gideremezler. Böylesi karanlıkları bilgili, yol gösterici kendisini aşmış aydınlık-ışık insanlar yapar. Tıpkı görevi süresince insanlara yol göstermiş ve bir süre önce Hakka yürüyen Arif Hoca gibi. Bizim ülkemizde, özellikle de Anadolu’nun köylerinde okullaşma çok geç başladı. Örneğin benim köyüm1800 lü yılların son çeyreğinde kurulmasına rağmen ilkokul 1960 yılında açılmıştır. Aradan geçen bunca yıl, bu insanlar bilgi görgü olarak nereden besleniyordu dersiniz? Dağ başında orman içinde, bozkır ortasında, mezrada, yolsuz izsiz, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde yüzlerce köy kurulmuş. Hepsine de kuruluşuyla birlikte bir mescit yapılmıştır. Bu mescitlerde vakit namazı aralarında, Cuma, bayram günlerinde hutbelerde, vaazlarda, kandil gecelerinde kul hakkı, komşu hakkı, sınır hakkı, ana baba hakkı gibi konular devamlı anlatılmış. Teraziyi, metreyi kullanırken doğru ölçmek tartmak gerektiği buralarda anlatılmış. Bir anlaşmazlık olduğunda şikâyetler ulaşılmaz mahkemelerden önce cami hocasına, bir Orta Asya Türk geleneği olarak köyün büyüklerine iletilmiş. Devlet erkinin uzak olduğu yerleşim alanlarında haram-helal biliniyor, imkân nispetinde kul hakkına riayet ediliyor, vicdanlardaki adalet terazisi kullanılıyordu. Demek yakın tarihlere kadar bu insanların en etkin bilgi ve görgü kaynağı mescitler, camilerdi. O köyün çocuklarını yine uzun yıllar boyunca cami imamları bilginin kaynağı olan kitaplarla tanıştırmış, okutmuştu. Arif Hocanın babası köyümüzün İmamı “Gara Hoca” lakaplı İsmail Yıldırım, komşumuzdu. Dedem, “Gara Memed” in samimi arkadaşıydı. Dedem beş vakit camiye devam ederdi. Çocukların, caminin yanındaki mektebin alçak damından kürünmüş-kürenmiş karların üzerine teneffüslerde atlayarak eğlendikten sonra “Elif-Ba ve Dini Bilgiler” dersine girdiklerini zar zor hatırlıyorum. Hasır serili mektebin içini, Gara Hoca’nın çocuklara doğru uzattığı uzun çubuğunu ben de görmüştüm. Doksan altı yaşında dünyasını değiştiren babam anlatmıştı:
“Yıllar, 1940 lı yıllar. “Ezanın Arapça aslıyla okunmasının ve Arapça harflerle okuyup yazmanın yasak” olduğu yıllardı. Köyümüzde Latin alfabesiyle okuma-yazmayı ancak askere gidip gelmiş bir kaç kişi biliyordu. Yasağa rağmen İsmail Hoca tek odalı mektebine kızlı erkekli çocukları toplamış namaz sure ve dualarını öğretiyordu. O yıllarda; köylü hoca ücretini her yıl harman ayında tahta kürekle havaya atarak rüzgârda savurduğu buğdayından vererek karşılıyordu. Hükümet-i Cumhuriye’nin emriyle minarelerden ezanı; ‘Tanrı uludur, tanrı uludur. Tanrıdan başka yoktur tapacak,’ diye okunup okunmadığını kontrol için köylere sık sık jandarma baskınları yapılıyordu. Bir gün bizim köye de atlı bir müfettiş gelmiş. Köyün girişinde sel sularının taşıdığı taş ve kumlarla bozulmuş yolda oynayan çocuğa (Telo’ya) rastlamış -Oğlum sen mektebe niçin gitmedin? Demiş. Çocuk korkmuş bir şey söyleyememiş. Atlı: Yoksa hocanız sizi okutmuyor mu? Çocuk: Okutuyor efendim, demiş. Müfettiş:Öyleyse haydi bana mektebi göster, demiş. Çocuk önde o arkada küçük bir odadan ibaret olan mektebin önüne gelince parmağıyla göstermiş. Burası demiş. Müfettiş kapıyı açmış. İsmail Hocayı suçüstü (!) yakalamış. Hocaya hakaret içeren sözler söylemiş. Sonra da Hoca hoca! Sen bilmiyor musun çocuk okutmanın yasak olduğunu ha!.. Hoca çocukları dağıtmış. Müfettiş birçok azar ve hakaretten sonra: Haydi düş atın arkasına, diyerek hocayı iki, üç km. ötede nahiye ve karakol olan köye Gökdere’ye götürmüş. Karakolda hocaya ne yapıldı bilmiyorum.” Fakat o yılların bilinen tek gerçeği falaka, karakolların vazgeçilmez yöntemiymiş. Başka türlüsü de varmış. Memiş Amca anlatmıştı. Develi’nin Tombak Köyü’nde farklı bir yöntem uygulanmış. Jandarmaların karakola götürdüğü imama karakol komutanı ne tür bir ceza vereceğini tespit edememiş. Fikrini almak üzere nahiye müdürünü çağırmış. Müdür hocaya bakmış falakaya dayanacak durumu yok. Gözleri, hocanın göğsüne kadar uzanan aksakallarına takılmış. Bıyık altından sinsi sinsi gülerek komutana göz kırpmış: Bunun sakalını kesin bırakın demiş. Çağırdıkları erin elindeki mekanik tıraş makinesi Hoca’nın çenesinin altından girip alt dudağına dayanmış. Kucağına düşen sakallarını gören hoca daha orada gözyaşlarına boğulmuş. Karakoldan çıkıp köyüne dönerken bir taraftan kaşkoluyla sardığı çenesini tutuyor bir taraftan da: “Keşke boynum vurulsaydı da sakalımın kesildiğini görmeseydim…” diye ağlayarak köyüne dönmüş.
***
Arif Hoca’nın dedesi, 1900 yılındaki köyün ilk imamı Hüseyin Hoca, aynı köye imam olan oğlu İsmail (Gara) Hoca gibi şanslı değilmiş. 1930 lu yıllarda Hüseyin Hoca’yı da Omala Ovası’na bakan beş köyün imamlarıyla birlikte sabah namazı sonrası yapılan eş zamanlı baskınlarda, ikişer jandarma eşliğinde önce karakola getirmişler. Burada; “zaman zaman yapılan ihbar ve kontrollerde kanun emrine muhalefet ederek ezanı Arapça aslıyla okudukları…” nın yüzleşmesi yapıldıktan ve tutanaklarla tespit edilmiş. Sonra beş köyün imamı yine jandarma eşliğinde Tokat’a değil. Yaya olarak tam yüz km. uzaktaki “İstiklâl Mahkemesi” ne, Sivas’a götürülmüş. Osmanlı zamanında Sancak olan, o yıllarda da merkeziliğini koruyan, birçok yerleşim biriminin bağlı olduğu Sivas Vilayeti’ne. Beş köyün ahalisi ve hocaların aileleri imamlarının nereye gittiklerini, başlarına neler geldiğini sormaya ne güç yetirebilmiş ne de cesaret edebilmişler. Hocalar ancak bir ay sonra evlerine dönebilmiş. Hocaların başına gelenleri bir Allah bir de kendileri bilir olmuş. Bu sırlar onlarla birlikte toprağa sırlanmış. Kitapları mı? Hocaların kitaplarını aileler samanlığa, ahıra, evlerinin önündeki bahçeye, bazıları da tavan arasına saklamışlar. İsmail Hoca’nın evinin tavan arasından 60 yıl sonra hürriyetine kavuşturduğum kitaplar kütüphanemdedir. [1] İşte bir süre önce Hakk’a yürüyen Ârif Hoca bizim köyün imamı İsmail Hoca’nın, oğlu, “Sivas İstiklâl Mahkemesine” giden Hüseyin Hoca’nın torunuydu. Ârif Hoca, dedesinin hikâyesini dinlemiş. Babasının çilelerine şahit olmuş, kendisini yetiştirmiş imamlık yapmanın zor olduğu dönemlerde yeşil bir vadi olan Gökdere’ye harman ayında ücreti buğday olarak verilmek şartıyla köy ihtiyar heyetince görevlendirilen kendi halinde fedakâr imamlardan birisiydi.
Kılıçkayası’ndan doğan güneş; kavak, söğüt, ceviz ağaçları arasında yeşilliğe gömülmüş, Arif Hoca işte böyle gölgelik bir vadinin insanlarına ışık olmuş, güneş olmuştu. Binlerce yıldan beri dünyamızın farklı iklimlerinde farklı ufuklarında yaz kış gece gündüz yokluk yoksunluk fukaralık günlerinde beş vakit yankılanan ezan davetinin, bu Türk köyünün tahta minaresindeki kırk yıllık nöbetçisiydi. Kim bilir kaç vakit, kaç Cuma, kaç bayram, kaç Ramazan, kaç kandil kaç kişinin kalbine dokunmuş. Onun sözleri kaç dertliye çare, kaç hastaya ilaç, şifa, kaç yolunu şaşırmışa ders olmuş. Daha bu sabah; başına gelmiş bir felaketten adeta çıldırmış, gözü dönmüş, çok büyük bir kötülük yapmayı kafasına koymuş olan bir kişiyi bundan vazgeçirmişti. Bu köyde birçok küsü barıştırmış, birçok sınır kavgasına engel olmuş. Birçok öksüz ve yetime yardım etmiş. Onlarca kişinin nikâhını kıymış, kimilerinin ise yuvası dağılmak üzereyken önlemişti. Bu köye yaptıkları güzellikleri kendisi de unutmuştu. Arif Hocam bütün bunların yazıldığı kitabını yanında götürdün. Rûhun şâd olsun
Muhsin Duran
[1] Mahkûm Kitaplar, Muhsin Duran.