Yeryüzü bizi secdeye davet eden uçsuz bucaksız bir mabed… Hilkatin sırrını idrak eden gönüllerin saygı duyup eğildiği, sevgi duyup kucakladığı toprak, en eski seccademiz… Hazret-i Âdem’den beri insan, Rabb’ini bulmak için kendini arıyor, ruhunun karanlık labirentlerinde, düşe kalka, içindeki nura doğru koşuyor. Nitekim taşlarına hıçkırıkların ve sevinç gözyaşlarının sindiği Kâbe, insanoğlunun inşa ettiği binaların ilki değil mi?
Göbeklitepe on iki bin yaşında. Onu ve daha nice mabetleri inşa eden ve içinde ibadet eden fanilerin bedenleri geldi geçti, ama Hüve’l-Bâki’nin tebessümü olan nice mabet yerli yerinde duruyor. Belki de bu yüzden mabetlerin ruhu ile tanışmak, herhangi bir insanı tanımaktan çok daha zor, çok daha karmaşık, çok daha anlamlı olmalı. İnsan eli ile inşa edilen mabetlerden kaçını merak ettik, kaçını ziyaret ettik, kaçını sevebildik ve ne kadarını anlayabildik? Peşinen biliyorum; pek çok mabette bedenim, ruhu olmayan bir ceset gibi dolaştı, duvarlar beni kovdu, anlayışsızlığıma esef etti. Bazılarında ise büyüdüm, ruhum mabedin ruhu ile özdeşleşti, hatta onu da aşıp sonsuzluğa karıştı.
Hinduizm’in Elephante Adası’ndaki üç yüzlü Shiva Heykeli, o devasa mağaraya giren ilk Portekizlilere dilsiz kaldı. Bir gün ziyarete gidersem benimle de konuşmayacağından eminim. Java Adası’ndaki Budizm’in taştan mandalası, kat kat kurulmuş terasların en üstündekine çıksam da, yüzyıllarca tropikal bitki örtüsü ile lav küllerinin altına gömülü duran Kamboçya’daki mabed gibi, zihnimin karanlık bölgelerinde hiç ışık almadan kalmaya devam edecek.
Uzak Asya’nın ruhuma teğet geçen hakikatlerinden, Sina Dağı’na sığınarak uzaklaşıyorum. On Emir’ine “Âmin!” dediğim Hazret-i Musa’nın kavmi, Süleyman Mabedi’nin sunağına, koca bir Zeus heykeli diken Roma’ya isyan ediyor. Onların isyanına ben de katılıyorum. Hazret-i İsa’nın freskine bakarken, onunla gözlerimiz buluşuyor, “Yekdir Allah yek” diye bakışıp gizlice gülüşüyoruz. Avrupa’da Roman katedraller enine, Gotik katedraller dikine genişler ve yükselirken, Norveç’in karla kaplı tepesinde, Viking gemisine benzeyen Borgund Kilisesi, eninden çok boyuna uzayarak beyaz bulutlara tutunmak istiyor. O tahta dantelalı kilisenin küçük mihrabında diz çökerek dualar mırıldananlar, şimdi kilisenin bahçesindeki sade mezar taşlarının altında sabırla mahşerin gelmesini bekliyorlar. Mikel Anj’ın Hıristiyan dünyasının en ihtişamlı kubbesini ve Bernini’nin açılmış iki kol gibi, gelen müminleri kucaklayan sütunlu galerisini inşa ettiği Roma’daki Saint Pierre-Katedrali’nde, Cenab-ı Meryem, Hazret-i İsa’yı ağuş-u şefkatine almış, Rönesans’tan beri, acısını paylaşacak hacıları bekliyor. Meryem Ana’yı ben de seviyorum. Barcelona’da La Sagrada Familia Katedrali henüz bitmemiş bir peri masalının mübalağalı dekoru gibi, içimde haşyetten çok, merak uyandırıyor.
Haklarında eserler kaleme alınan bütün bu mabetleri, kendi hikâyeleriyle baş başa bırakmak ve Avrupa’dan Küçük Asya’ya Bursa‘ya, Bursa’nın kalbi olan Ulu Camii’ye gelmek ve onun 600 yıldır zonklayan atardamarlarından hayat hikâyesini dinlemek istiyorum.
Selimiye, Edirne’den yolumu kesiyor. “Merhaba diyorum ona, güzelsin, mağrursun ve hep benimsin.” Hafifçe tebessüm ediyor, ters lalesi doğruluyor içinde. “Yolun açık olsun diyor bana, ama önce İstanbul’a uğra!”
Süleymaniye devasa bir manolya, kat kat ve bembeyaz… Etrafında yeşillikler… Kokusunun cazibesi uzaklardan çekip alıyor beni. Yanı başında kâinatın en muhteşem pembe gülü: Ayasofya… Mihrapta Akşemseddin, ilk Cumanın üçüncü tekbirini almaya hazırlanıyor. Tekbirini kesiyor ve duyulmayan bir sesle selam söylüyor Hızır’a, Ulu Camii’ye, Bursa’ya, Uludağ’a… Kanatlarımda bu selâmın sevinci, Hızır’ı bulmak için Bursa’ya, Prusa’ya, Prusias’ın şehrine ve Olympos Mysios’un karlı tepelerine yumuşacık iniyorum.
İri taşlarla inşa edilmiş yıkık dökük bir manastır… Bacasından çıkan incecik bir duman, dağ başında Rabb’ini zikreden, kadidi çıkmış bir keşişin uzak hatırasına el sallayarak kaybolup gidiyor. Dalları karla ağırlaşan devasa çamların arasından, aşağılara doğru karlara bata çıka koşuyorum. Bu ses de ne? Yosunlaşmış gri kayaların arasından, Geyikli Baba’nın peşi sıra giden bir geyik, yanında sevimli yavrusu, bir – iki sıçrayıp gözden nihan oluyor. İçi kar dolu vadilerin sonundaki yaylalardayım artık. Buraya bahar gelmiş. Adını bilmediğim bir kuş, sevincime şakıyarak eşlik ediyor. Görünmeyen bir el, diz boyundaki açık yeşil otların arasına devasa bir yağlı boya tüpünden oraya kırmızıları, buraya eflâtunları, şuraya sarıları fışkırtmış. Öbek öbek çiçekler omuz omuza vermiş, hafif bir rüzgârla dalga tevhidine durmuş dervişan misali, Hakk’ı zikre dalmış gitmişler. Düzlüğün en ucunda, yeni bir yamacın tepebaşında, iki güzel insan, -bunlar Orhan Gazi’yle Nilüfer Hatun olmalı- el ele tutuşmuş, göz göze gelmiş, torunlarının hangi nehirleri aşıp, hangi ovalarda at koşturacağını hayâl edip gülümsüyorlar.
Süleyman Peygamber’in, “Cennet burası!” dediği Bursa, burası. Şehrin isimleri suda seken bir taş gibi, beni alıp tarihin derinliklerine çekiyor. Zaman perdesi aralandıkça aralanıyor ve o aralıktan önce filinin üstünde, yıllarca kuşattığı Roma’yı alamamanın derin yeisiyle, yaşlı Anibal giriyor tarih sahnesine. Babası İspanya’daki Barcelona şehrinin kurucusu Barca; kendisi Bitinya’daki Prusias şehrinin… Nasıl mı?
Bitinya Kralının Romalılara karşı savaşırken kendisine gösterdiği yakınlığa bir teşekkür olarak, karlı dağ silsilesinin orta yerinde, eteklerinde ovanın yeşil bir halı gibi uzandığı tepeyi, üç taraftan surlarla çevirtip küçük bir şehir kurdurup Kral Prusias’a hediye ediyor. Bu küçük kent asırlar boyu ne Argonat’ların kolonisi olan Gemlik’le (Kios) boy ölçüşebiliyor ne Hıristiyan konsillere ev sahipliği yapacak olan İznik’le (Nikaea). Önündeki ovadan nice akıncı ve istilacılar gelip geçiyor: Romalılar, Persler, Araplar, Bizanslılar ve Selçuklular.
Şehrin, asırlar boyu süren gözden ve gönülden uzak hayatı, Osmanlıların o münzevî tekfur kentini fethetmesiyle sona eriyor. Bir imparatorluğun beşiği oluyor Bursa. Eski adı Profiti İlias Manastırı olan Gümüşlü Kümbet’e sırlanan Osman Gazi, o tepeden rüyâsındaki fidanın muhteşem bir çınar olduğunu, her yıl artan bir heyecanla izliyor. Oğlu Orhan, orduları Rumeli’ye geçerken, artık sığamadığı payitahtını, Anibal’ın surundan, devletinin ovasına taşıyor. Külliyeler, çarşılar inşa ediliyor, kale içindeki nüfus, ferah fahur, ovaya yayılıyor. İbn Batuta, büyük seyyah, O’nun zamanında geliyor yeşil Bursa’ya. Oğlu Murad-ı Hüdavendigar Meriç’i aşıyor, Avrupa’ya yayılıyor ve Çekirge’de yaptırdığı iki katlı medrese-cami ile Venedik’in yosunlu saraylarını hatırlatan taştan bir imzayla damgasını basıyor tarihe.
Tahta çıkma sırası artık Yıldırım’ındır. Söz Yıldırım’a gelince birden kararıyor ortalık. Haşin bir rüzgâr, elimdeki yaprakları birbirine katıyor. Ordular Tuna’yı aşıyor. Topraklar devletin kuruluşunun tam yüzüncü yılında, elliye katlanıyor. Ve bakışları kime değse yakan Yıldırım, Niğbolu sonrasında Bursa’nın göğüs kafesindeki boşluğa, arslan gibi bir yürek yerleştiriyor.
Adı bundan beru Bursa’yla anılacak olan Ulu Camii, yüzyıllardan beri Uludağ ile sırdaş, yüzyıllardan beri Uludağ ile yoldaş, yüzyıllardan beri Uludağ ile arkadaş. Birinde zirveler, öbüründe kubbeler silsilesi; gökten yere inmiş bir Bedir’ler kafilesi…
Yıldırım’ın kabul olunmuş zafer duası Ulu Camii. Yerlerden göğe yükselen bir şükran nişanesi. Bursa’da Kur’an’a el basarak, aşiret devletinden dünya devletine geçmek için, gelecek yüzyıllara verilmiş bir söz.
Ulu Camii inşa edilirken Osmanlı, Avrupa’da şaha kalkmıştı. Yıldırım, artık iç- hisarlara ihtiyaç kalmadığından, Orhan Gazi’nin inşa ettirdiği Aşağı Hisar’ın kesme küfeki taşlarını teker teker söktürdü, Ulu Camii’nin duvarlarına onları birer birer koydurdu. Bu yüksek bedenli, zengin ve ferah bina, kale iken camii olan, bal rengi, inci rengi, pembe, turuncu renkli taşlarla örüldü.
Tek taşı dahi abdestsiz yerine konmayan Ulu Camii, önce sağında, sonraları solunda inşa edilen iki kalın minareyle, türünün ilk ve son örneği. Hem yalın, hem mürekkep, Yıldırım gibi. Çevresinde hamamı, medresesi, sıbyan mektebi, çarşısı, imareti, bir efendiye hizmet eden bendegân gibi sarmış onu.
Avlusu olmayan ender camilerden biri Ulu Camii… Zira avluya tahammülü yok Yıldırım’ın. O bir an önce Hakk’ın huzuruna koşmalı, bir an önce Hakk’ın huzurunda kıyama durup secdeye varmalı, bir an önce atına atlamalı, Anadolu Hisarı’ndan Karadeniz’i kesip biçmeli, Balkan’larda Osmanlı’yı buyur eden köylülerin biatına “Olur” demeli, sonra yine zaferler kazanmalı, koşmalı, koşturulmalı… Nefes nefese yaşanan 44 yıllık bir ömrün hızı bizi de sürüklüyor peşinden ve o hızla Ulu Camii’nin önünde kendimizi zor durdurabiliyoruz.
Murad oğlu Es Sultan Muazzam Bayezid Han’la beraber, yedi basamaklı taç kapıyı aşarak giriyoruz camiye. Kabartma çiçeklerle süslü, dikdörtgen bezemeli bu kapı, Osmanlı’dan çok Selçuklu’nun kokusunu taşıyor. Osmanlı tarihine de, Selçuklu’nun Anadolu’da inşa ettirdiği taç kapılardan geçerek girmedik mi? Ve Yıldırım nasıl Osman Gazi’nin torunu ise, Süleymaniye Camii’nin muhteşem taç kapısı da Ulu Camii’nin taç kapısının torunu.
Bu taç kapı önünde, yıllar öncesinde elinde çiçek demetiyle bir fotoğrafı var annemin. Her iki devletimize de çiçek demetleri sunan bir Türkmen prensesi idi, bir Menteşoğlu idi annem. Dedeleri bütün Anadolu Türkmen beylikleri gibi, Yıldırım’ın nal sesleri önünde, hürmetle geri çekilip ona yol vermişti. Beylikler uzak Asya’dan Ege sahillerine kadar gelebilmişlerdi. Yıldırım’ın torunları ise Uzak Asya’dan kopup geldiler ve ancak Viyana kapılarının önünde durdurulabildiler.
Ulu Caminin içinde şeffaf bir loşluk var. Ortaçağ katedrallerinin mum ışığında titreyen loşluğu değil bu. Şadırvanlı kubbe güneşin, diğer kubbeler yıldızların ışığını alıp, nura kalbediyor caminin zemininde. Elli yıl sonra İstanbul’u fethedecek yiğitlerin dedeleri, yeni bir devrin tan yeri ağarsın diye secdede, duada şimdi. Bu loşluk, bir şafağın müphemiyeti. Gökten nuru alıp caminin içine serpen on dokuz kubbesi, besmelenin on dokuz harfi besbelli. Besmele ile kurulan, besmele ile devam edecek olan bir dünya devletinin taşa kazınan yemini, bu kubbeler. Yıldırım’ın on dokuz kavmi tek bir adalet kubbesinin altında toplayacağının yemini, bu mabed. Emir Sultan’a ve onun şahsında bütün Osmanlı tebaasına verilen bir ahit. Cami-i Kebir “mavi, masmavi bir ışık ortasında yüzerken”, ışıkların ve gölgelerin suda oynamaya devam ettiği şadırvana yaklaşıyoruz. Tanpınar da bizimle artık.
Üç kademeli şadırvanın orta yerinde, göğe yükselip yere dökülen rahmet damlaları birbiri ile buluşup kucaklaşıyorlar. Sonra karar değiştirip, en üstteki yalaktan aşağıya, otuz üç tane Sübhanallah’ı, kâinatın var kılınışından şu ana kadar geçen zamanın şükrünü eda edip dökülüyorlar. Orta yalakta günün şükrünü, Elhamdülillah’ın ağır başlılığı ile dile getirip, en alt yalağın Allah u Ekber ümidine teslim ediyorlar kendilerini. Su tanelerinden şeffaf bir tesbih, Hane-i Acuze’nin yerinde asırlardan beri, Acuze’nin ruhuna su şırıltılarından bir rahmet duasını, hiç bıkıp usanmadan yollamaya devam ediyor. Şadırvanın havuzunda şimdilerde balık yok. Ama Evliya Çelebi ile Madam Launay’in şahadeti ile sabit: pembe yaldızlı sazan balıkları, yüzyıllarca caminin orta yerindeki havuzda zarafetle yüzüp durmuşlar. Balıklar Yunus Peygamber’i anımsatıyor. O’nun hatırasıyla, nice karanlık günlerden sonra, Akdeniz’in güneşli sahillerine varıyor, kumlarda düşe kalka yürüyor, cılız bir hurmanın gölgesinde bir vaha arıyorsunuz. Sıcak bir rüzgâr dudaklarınızı çatlatıyor. Ulu Camii’nin serinliğinde Medine’yi özlüyorsunuz.
Bugün günlerden Cuma. Şadırvanın ruha huzur veren sesi, hutbe her yerden işitilsin diye kesilmiş. Cami-i Kebir’in yerini ve hudutlarını, âlem-i manâda asası ile işaret buyuran Efendimiz, şeref vermezler mi mihraba? Süleyman Çelebi,
Ölmeyip İsa göğe buldu yol,
Ümmetinden olmak için idi ol
deyip az önce güdük minareden Cuma salâsını vermedi mi? Üftade Hazretleri dış ezanı okuyup, minarenin karanlık merdivenlerinden hızla inerek iç ezanı okumadı mı? Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri’nin “Makam-ı Hamis”i Resul-ü Ekrem’in teşrifine muntazır bekliyor. Mihrap, mihraplar, Kâinatın Efendisi’nin değil mi külliyen? Arkalarında on iki imamımız, bu Cuma, Cami-i Kebir’deler. Kubbeleri tutan on iki muhteşem sütun, İslam’ı omuzlarında taşıyan Evlad-ı Resul’den başka ne olabilir ki? İlkinden vazgeçmeden yorumu katmerlendirirsek, bu on iki fil ayağı, Selçuklu ile Osmanlı arasında kalan dönemde, Anadolu’yu paylaşan on iki Türkmen Beyliği’ne bir atıf olmasın! Karamanoğlu’ndan, Germiyanoğlu’ndan kız alan, düğünlerinde Aydın ya da Menteşe Beyliği’nin hediyelerini Hisar içindeki saray yavrusunda kabul eden Osmanlı, Ulu Camii ile bütün o beyliklere, neden “Gelin canlar bir olalım!” demiş olmasın….Devam edecek…
Prof. Dr. Ümit MERİÇ