Sanatçının Kibirle İmtihanı

İlahi sanatın en büyük eseri olan insan da yeryüzüne kabiliyeti nispetince işler yapmaya, değişik görevler ve vasıflar üstlenmeye gelmiştir.

Sanma ki ey hâce senden zer ü sim isterler.
Yevme lâ yenfau’da kalb-i selim isterler

(Sanma ey hoca ki, senden altın ve gümüş isterler.
Hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde temiz gönül isterler.)

Divan edebiyatının ünlü ve ünlü olduğu kadar da sanatta usta ismi şair Bağdatlı Ruhi, yukarıdaki beyitte hocaya seslenerek ona manevi anlamda ikazda bulunurken, dikkatle bakınca aslında kendini de bu ikazın dışında tutmadığını görürsünüz. Belki de işin kendisiyle ilgili bölümünü mısralarda açık ve net bir şekilde belirtmiyor ama “hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde” eşref-i mahlukat olan insandan Yaratıcının ne isteyeceğini idraklere yansıtırken, bunu zımni bir yöntemle kendisine de anlatıyor. Yani “o günde” dünyada yapılmış işlerden ancak ‘temiz bir gönül’le yapılmış olanlarının fayda vereceğini, bunların dışındakilerin hiçbir fayda getirmeyeceğini veciz bir surette ortaya döküyor.

Temiz bir gönle sahip olmanın ilk ve belki de en önemli şartı da kibirlenmemek, yaratılan diğer mahlûkattan kendini üstün görmemektir. İnsanoğlu bu ölçüyü, her ne yaparsa yapsın, hangi işle uğraşırsa uğraşsın, hayatına tatbik etmeli, dünyaya ve içindekilere bakışını buna göre ayarlamalıdır. İnsan olarak bunun istisnası yoktur ve buna herkes dahildir.

İlahi sanatın en büyük eseri olan insan da yeryüzüne kabiliyeti nispetince işler yapmaya, değişik görevler ve vasıflar üstlenmeye gelmiştir. Bütün bunlar içerisinde tabii ki sanatın yeri ve hükmü başkadır. Bu ise, çalışıp gayret etmeden önce, fıtrî bir yapının insanda vücut bulmasına bağlıdır. Zira sanatın ve sanatçının dünyaya bakışı, varlığı ve insanı algılayışı diğer insanlara göre çok farklıdır ki, bu durumun da çoğu kişi tarafından anlaşılması düşünülemez. Bilinen odur ki sanat; doğuştan bir yeteneğin, onu geliştirmeye dönük bir gayret sonucunda akıtılan terin, ince bir düşüncenin ve yüksek bir zekanın ürünüdür. Bu ve daha başka özelliklerin sahsında toplandığı kişiler, ortaya koydukları çabanın seviyesine göre eser üretirler, sonra da onu toplumun bir kesiminin beğenisine sunarlar. Yukarıda da yazdığımız gibi, toplumdaki çoğunluktan, bunları yapanın hayal ve düşünce dünyasının farkında olması beklenilemeyeceği gibi, bu eserleri de tam olarak anlaması mümkün değildir.

Bunun içindir ki, kendilerini toplumdan ayrı bir yere koyan (yazar, şair, ressam, heykeltraş, musikişinas, hattat, v.b.) ve yaptıkları eserler vasıtasıyla sanatseverlerin gözünde ayrıcalıklı bir mevki elde eden bu kişilerin, zaman içerisinde farklı davranışlar sergilemeye başladıkları da bir gerçektir. Bunu kısaca kibir ya da yaptığı işi putlaştırmak da diyebiliriz.

Oysa kendine yakışanı yapmak ayrıdır, kibre düşmek, eserlerinden dolayı üstün insan havasına kapılmak, böylece de ben duygusunun ona bildirmek istediği sakat ve sakıncalı bir yola girmek ve zaman içerisinde o yolun esiri olmak başka bir şeydir. Bu gidişatı belirtilerinden tanımak pekte zor değildir. Bir yerde görüldüğünde ya da tanındığında kaprisinden yanına varılmayan… Eserlerinden sevilmiş ve takdir edilmiş olan bu insandan bir tebessüm görmek istendiğinde etrafındakilerden bunu bile esirgeyen… Bir soru yöneltildiğinde ona kızgınlıkla cevap veren veya hiç vermeyen… Davet edildiği yerde bile insanlara karşı sert ve emredici bir formda davranan… Bütün bu özelliklere sizler de şahit olduğunuz başka özellikleri ekleyebilirsiniz.

Şu söylenebilir ki, belki bir yere kadar sanatçının kibri andıran davranışları görmezden gelinebilir. Zira, sanatçılardan sâdır olan ve bazıları için benlik duygusu olarak nitelenebilecek davranışlar zamanla kendiliğinden(spontan) gelişir ki, bu da eserine gösterilen ilginin çoğalmasına ve orijinalliğine olan inancın daha da pekişmesine yol açar. Bu sebeple sanatçı giderek böyle davranması gerektiğine inanır ve böyle davranmaz ise, toplumdan bu konudaki bazı hareket noktaları sebebiyle pek fazla iltifat görmeyeceğine, hiçbir vakit zirveleri zorlayamayacağına olan inancı giderek büyür. Hatta gördüğü ilginin az olduğunu ya da azalmasını, bir yanılsama olarak buna bağlayabilir. Onu böyle davranmaya ve bu şekilde bir tutum sergilemeye yönelten de ne yazık ki yine toplumdur. Tabiidir ki, her sanatçı kendini ispat etmek ve sanatçılar arasında belli bir yer edinmek ister. Dolayısıyla böyle davranmayı da gerekli görür. Halbuki alanında yetkin kişilerce ustalığı tescil edilen bir sanatçının artık böyle görünmeye ihtiyacının olmadığı bir hakikattir. Ne var ki, yaradılıştan böyle olanlar ve bunu bir ömür boyu elbise gibi üzerlerinde taşıyanlar, ileri sürdüğümüz bu düşüncenin dışında tutulmalıdır. Zira onların aradan ne kadar zaman geçerse geçsin ve sanatta ne kadar eser ortaya koyarlarsa koysunlar, her zaman aynı duruş içerisinde olmaları bunun delilidir.

Aslında sanatla uğraşıp ta henüz işin başında olanların kibir çıkmazına düşmeleri ve eserlerini eşsiz, benzersiz gibi düşünerek, bununla mütenasip davranışlar sergilemeleri insanı daha çok üzüyor. Bu gibilere, “Cin olmadan adam çarpmak” sözü çok uygun düşmektedir. Nezaket gösterilip bir ortamda söz verildiğinde ya da bir yere çağrıldıklarında, o bilmiş tavırlarıyla, konuşurken işin içine biraz da moda kelimeler katarak, yıllarını bu işe vermiş kişileri yok sayıyormuşçasına kelam etmeleri yok mu? Doğrusu insanın bu ne hadsizlik, bu ne kendini bilmezlik, diye haykırası geliyor. Bazen bu tiplere televizyon kanallarını tararken de rastlayabilirsiniz. Artık nasıl olmuşsa olmuş, çoğunlukla sanata yaptıkları katkıdan dolayı değil de ya merkeze ya da merkezdekilere yakın bulunmaları sebebiyle öne çekilen bu kişiler, bilgiç bir tavır içerisinde nerdeyse her konudan anlıyorlar ve her konu hakkında ahkam kesip, kanaat üretiyorlar. Oysa olgunlaşmamış meyvenin talibi yoktur ve olgunlaşana kadar dalda kalmaya mahkumdur. Şeyh Sadii Şirazî’nin dediği gibi: “Büyüklük kendisine pâye vermek, yüksekten atıp tutmak değildir. Büyüklük, kuru dâva ile, tekebbür ile olmaz. Tevazu senin dereceni yükseltir; kibir ise seni yere çalar, alçaltır. Sert huylu, kibirli kimse boynu üstüne düşer. Ateş yükseldiği için (kibirlendiği için) ondan şeytan yaratıldı. Toprak tevazu gösterdiği için, ondan Âdem yaratıldı…” (Bostan ve Gülistan, Tercüme Eden: Kilisli Rıfat, İkinci Baskı, Ahmet Halit Kitabevi 1941.İstanbul)

Hem zaten ince ve derin düşüncenin sonucu olan sanat, kibir ehli olan ve kalp kırıp, gönül inciten kişilerin elinde başka bir şekle bürünür. Adı sanat olsa da gönüllerde ve kalplerde bıraktığı iz; sanata ve sanatçıya yakışmayacak türdendir. Onun içindir ki; Erzurumlu Hâce Muhammed Lütfi Efendi’nin ikazına kulak vermek gerekir:

Sular gibi yüzün yerlere koy ak / Tevâzu incisin gerdanına tak
 Kullara kurban ol bu kibri bırak / Bu dâr-ı dünyâda incitme cânı

İsmail Bingöl

(Hulâsatü’l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî, “Erzurum Yakutiye Belediyesi 2011 Yılı Kültür Hizmeti”, Damla Yayınevi s.530. 5.basım, Haziran 2011, istanbul)
Son bir cümle: Kimde ve nerede kibir egemen olmuşsa, orada insanlık sükût etmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir