Ve Yine Cezayir Şehri

Bugün Cezayir’den ayrılıyorum. Cezayirliler inanılmayacak kadar cömert. Türkleri cömert bilirdim amma biz icabında kısmasını da kesmesini de biliriz. Cezayirli veriyor, 7 den 70’e düşünmeden tereddüt etmeden, gülerek, sevinerek veriyor. Bir meziyet mi bir kusur mu bu, bilemedim.

Onuncu Gece

Kongre bittikten sonra bir gezi tertiplendi. Kongreciler bir kamyon fabrikasını, her biri bir Jaguar bedelinde olan Arap atlarının üretildiği çiftliği ziyaret ettiler. Gezinin son durağı Roma, Bizans ve Nümidya döneminde kralların gömüldüğü anıt-mezarlar.

Birbirinden çok uzak olmayan 13 alçak tepenin üzerine kurulmuş olan o karanlık ve serin koridorlardan çıktığımızda Afrika güneşi gözlerimizi büsbütün kamaştırdı. Dağın başında bizi bulan Cezayir TV ekibi İbn Haldun’la ilgili görüşlerimizi sordu, şöyle dedim:

“İbn Haldun, Ortaçağ’ın karanlık gecesini aydınlatan tek ve yalnız bir yıldız gibidir. Öncüsü de yoktur, devamcısı da. Sömürgeciliğin keşif kolu olan oryantalizm, İbn Haldun’u 19. asrın ikinci yarısında keşfetmiştir. İbn Haldun’un Batı’nın ilim çevrelerinde gerçek yerini bulabilmesi ancak 1950’lerden sonra olmuştur. Sosyoloji aslında 14. asırda Ben-i Selame kalesindeki bir mağarada İbn Haldun’un ellerinde doğdu. Auguste Comte’un yaptığı, çoktan doğmuş olan bu çocuğu 19. yüzyılda Fransa’da vaftiz etmekten ibarettir. İbn Haldun’u dünyanın en büyük dâhilerinden biri olarak selâmlıyor ve onu bütün Müslüman aydınlara bir örnek olarak takdim ediyorum.”

Bu gün yine Cezayir şehrindeyim. Gözlerim, Akdeniz’e “bizim deniz”e kavuştu. Dün akşam güneş sarı buğday tarlalarını turuncu bir ışıkla boyarken, biz arabayla Cezayir’e dönüyorduk. Yolda, arabanın şoförü evlerinde bir kahve içmemizi teklif edince, ülkenin küçük şehirlerinden birinin kenarındaki bir evi içinden görme imkânına kavuştuk. Bir tür gecekondu mahallesi burası. Bir avlu etrafında her birinde bir ailenin yaşadığı tek tek odalar. Ev sahibesi hanım genç, iri, güler yüzlü, parlak simli kumaştan bir elbise var üzerinde, boynunda bir dizi altın ve odanın içinde yerde birkaç yastık, duvar kenarında koca bir buzdolabı, bir TV ve her Cezayir evinde olduğu gibi çerçeveli bir genç şehidin fotoğrafı. Belli ki gece yataklar bu odada tahta zemine seriliyor, sabah da toplanıyor. Yemek, bu odada tahta bir yer sofrasında yeniliyor, gündüz yine o küçücük odada oturuluyor. Yani hayat bir tiyatro sahnesi gibi, dekoru hep değişen tek bir mekân içinde yuvarlanıp gidiyor. Orta avluda, ne çok çocuk var ya Rabbi! İstikbâli ne olacak bunların? Kötü kokuları duymamak için gerili çamaşır iplerinin altından hızla ilerliyor ve düşünüyorum: “Madalyonun tersi”. Sebatla sürdürülen gecekonduları apartman dairesine çevirme kampanyasına  rağmen, bu kampanya tamama erse de, daha yapılacak çok iş var Cezayir’de .Başkent caddelerinin kenarında 3’lü , 5’li gruplar oluşturan gençlerin hali üzüyor beni. Atıl bırakılan, atıl kalan ne büyük bir potansiyalite. Hızlı nüfus artışının bütün iyi ve kötü tarafları bir anda hücum ediyor zihnime.

Neler neler yapılmaz bu gençlerle. Ama, hiçbir şey yapılmıyor. Göğüs kafesim daralıyor.

Yarın Cezayir’den ayrılıyorum. Kendimi burada Cennet’de hapsolmuş gibi hissediyorum. Dönüş yolumu Atina’dan Roma’ya çevirttiğim için gidişim birkaç gün gecikti. Otelden çıkıp şehirle baş başa kalmak istedim. Kendimi adımlarıma terk ettim ve hayretle hâlâ hiç tanımadığım bir masal ülkesinde, Alice Harikalar Diyarı’nda psikolojisi içinde yürümeye başladım.. Bir

Eflâtun, çingene pembesi, lâvanta mavisi egzotik çiçeklerle dolu bahçeler. Bahçelerin içinde gölgeli yollar, muazzam hurma ağaçları, serviler, çamlar. Bir arada düşünemeyeceğim bütün ağaç türleri bir arada. Dev hurma ağaçlarının arasında gerilmiş tenis ağları, yeşil çim üzerinde spor yapma alışkanlığı olan ecnebileri ifşa ediyor kaç gün önceki o yalın odayı hatırlıyorum. Turkuaz çini döşeli yüzme havuzu. Hayır, burası aradığım Cezayir değil. Bir elçiliğe ait olan bahçeyi terk edip, yokuş yukarı vuruyorum kendimi. Bildiğimiz bütün ağaçlar burada. Ama bir buçuk kat büyütülmüş olarak. Kedileri de İstanbul’unki gibi, ama onlar da bizimkilerin bir buçuk defa küçültülmüşü. Kocaman çitlembik ağaçlarına sarılmış kocaman yapraklı sarmaşıklar, dalların ucundan aşağılara doğru sarkıyor. Dipte, mavi-mor borazan çiçekleri, yeşilleri daha da yeşil yapıyor. Belli ki zaman zaman çılgın bir sağanak suluyor Cezayir tepelerini; gök gürültülü,  şimşekli, edepsiz bir fırtına vurup geçiyor buraları. Yokuştan bir düzlüğe vardım. Dönüp arkama, alçak bir tepeden görüldüğü kadarıyla şehre baktım. “Geleceği garanti altına almak için iş ve ciddiyet”  diye koca koca harflerle yazılı bir levhayı bir apartmanın çatı katına yerleştirmişler. Anlaşılan sıcaktan gevşeyen Cezayirlileri arada dürtmek ihtiyacı hissediyor, devlet.

İnsana ilham veren bir ülke

On Birinci Gece

“Allah” deyip bıraktıran gece yaseminlerini, mor salkımları geçerek ilerliyorum. Şehirle beraber ben de tepelere tırmanıyorum. Bitkilerdeki mübalağa devam ediyor. Dimdik sokaklar, beklenmedik dönemeçler, bilinmedik görülmedik koca çiçekli ağaçlar, begonviller, yine begonviller. Bazen daha mor, bazen daha kırmızı, villaların duvarları üzerinden, gelen geçene neşe vermek için yarı bellerine kadar dışarı sarkmışlar. Villaların bahçe kapıları üzerinde pirinçten levhalarla Fransızlardan kalma ev isimleri: La Pergole, Le Capitole, Dar el Meyrem. Arabalarının direksiyonunda iltifata müheyya ağırlaşarak geçen Cezayirli erkekler ve araba kullanan çok sayıda genç kadın. Kaldırımsız ama asfaltlı dar sokaklardan düz ökçeli pabuç giymediğime esef ederek soluk soluğa tırmanıyorum. Hiçbir yaya bu yokuşları çıkıp inmeye cesaret edemez herhalde. Arabalılar onun için mi, bu sokaklardan benden önce hiç geçen olmamış gibi hayretle dönüp bakıyorlar bana? Ve sıcağa rağmen öten kuşlar. Nihayet yokuş bitti, tepeye vardım. Yüksek binaların arkasından kendini gösteren deniz, mavi başlayıp beyaz bitiyor. Deniz nerede buluta dönüşüyor, belli değil. Ne tuhaf Akdeniz şehrin hayatına hiç karışmıyor, bir poster gibi ufka yapışmış duruyor. Arada üzerinden bir iki gemi geçerse, miskin bir Ankara kedisi misali gözlerini açıyor, sonra yeniden kıvrılıp uykusuna devam ediyor sanki.

Önümde helezonlaşıp giden bu yolların hiçbir mantığı yok gibi. Geldiğiniz yol, aşağıdaki yola paralel çizip, sizi az önce geçtiğiniz yere, ancak onun beş metre yukarısına götürüyor.1001 gece masalları kadar esrarlı ve bitmeyen bir şehir. Aynı şeyi göreceğinizi zannederken, bambaşka bir şey buluyorsunuz karşınızda, insana ilham veren bir ülke. Nihayet bir bulvara kavuştum: El Muradiye. Bu sefer yol, aşağı doğru iniyor. Acaba kayıp mı oldum? Otobüsler de belirdi artık. Şehrin kalabalık bir yerine geldim. Sola sapıp aşağı inersem oteli bulacak mıyım? Hiç görmediğim büyüklükteki bir manolya ağacı, yere paralel bir dalını kol gibi uzatmış, bir palmiyenin uzun uzun sarkan yapraklarını aşağıdan kaldırıyor. Sıcakta öğle uykusuna yatmış bir kadının saçlarını, ensesinin altından geçirdiği kolunun üzerine atması gibi. Şehir değil, şiir. Tam ağacın dibinde, yüksek duvarın bittiği yerdeki kapının arkasında oturan mavi üniformalı polis, gülerek “Bonsoir Madame, ça va?” diye sorarak, hayatın nesir olan tarafını da hatırlatıyor. Artık iniyorum. Hafif esen bir meltem, sıcağı yelpazeliyor. Otobüslerde ayakta duran bastonlu ihtiyarlar, beni üzüyor. Bazen bir durakta 45 dakika boyunca otobüs beklermiş Cezayirliler. Ulaşımın rayına oturamayışı değil sadece, bir tür vakit değerlendirme mekanizması. Saniyelerin sıcakta sürünerek dakikalaştığı Cezayir, ani sıkıntıların ve beklenmedik güzelliklerin şehri.

Ağaç köklerinin masa gibi kendilerini hizmete arz ettikleri yokuşun dibinde, sola dönünce El-Cezair Oteli, sandım. Hayır sola değil, sağa sapacağım. Ve birden anladım: Demin tırmandığım yokuşun, 5 metre yanındaki sokaktan inmişim. İlkokul kitaplarının son sayfasındaki bulmacalar gibi, dönüp dolaşıp aynı yere, ama bambaşka yerlerden geçerek gelmişim.

Bugün Cezayir’den ayrılıyorum. Cezayirliler inanılmayacak kadar cömert. Türkleri cömert bilirdim amma biz icabında kısmasını da kesmesini de biliriz. Cezayirli veriyor, 7 den 70’e düşünmeden tereddüt etmeden, gülerek, sevinerek veriyor. Bir meziyet mi bir kusur mu bu, bilemedim. İbn Haldun’u dört yıl misafir eden kabile cömertliği hâlâ yaşıyor kabile topraklarında. Ama bu kadar iltifata layık olmayanlar da yok mu? Fransa’nın Cezayir’e dalmasında, bu eli açıklığın payı hiç mi yok acaba? Şüphesiz veren el, alan elden üstündür; veren Cezayir’e de Allah vermiş: hiç olmadık zamanda, siroko rüzgârlarının kızgın kum tepeciklerini yürüttüğü çöllerde petrol çıkmış, gaz çıkmış. Şimdi Cezayir biraz da Alâeddin’in sihirli lâmbasından çıkan o dev sayesinde, yollarını köprülerini, fabrikalarını kuruyor. Ama gönlüm ister ki, Cezayirliler, o devin bir masal devi olduğunu ve masalların bittiğini hatırlasınlar ve o masal bitmeden Cezayir kendini çekip çevirsin ve olmak istediği ne ise o olsun.

Uçağın tekerlekleri Ebu Medyen Hava Alanı’nı terk etmek için dönerken bir garibim. Asırlar önce tanıdığım, sevdiğim, bağlandığım eski ve gerçek bir dostu terk ederken duyulan bir acı var içimde. Belki O’nu bir daha hiç görmeyeceğim, o da beni hiç görmeyecek. Gözlerimin yandığını hissediyor ve başımı uçağın küçük, yuvarlak penceresine doğru hızla çevirerek ağlıyorum.

Prof. Dr. Ümit Meriç

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir