*Sana sâlık verdim ey din kardeşi,
Hakîkat ali’nin bulunmaz eşi,
Allah ve Rasûlü’ne sâdık bir bende,
Onların aşkıyla vücûdu zinde,
Fazîlet severlik olmuştur yolu,
Hulâsa Allah’ın sâfî bir kulu,
Benim de mânevî evlâdımdır o,…. Tahir-ül Mevlevî
Anadolu ve Rumeli topraklarında asırlardır yaşayan dinamik bir toplum var.. Bu toprağın insanları hareket halinde yaşadıkları bu şehirlere bereketi getirdiler.. Asırlara baliğ olan kadim şehirleri ya kurdular ya da mevcut şehirleri ihya ettiler ,geliştirdiler.. Her şehrin insanları bulundukları yerlere mutlaka bir yerlerden intikal etmeleri ile hicret etmek suretiyle geldiler…Kimileri elli sene, yüz sene kimileri beş yüz sene diyelim…Her geldikleri şehirden bir süre sonra başka şehirlere göçler.. “Yurt tutan” savaşından sonra şehirlerin demografisi değişti, Oğuz Türkleri, Kıpçaklar yerleşmeye başladılar.. Asırlar geçti hala dinamik toplum hareket halinde; göçler, şehir değiştirmeler, evlilikler, memuriyetler, ticaretler…
Osmanlı Devleti büyük savaşlarda kaybetmeye başladıkça topraklar küçülmeye, küçülen topraklara savaşta kaybedilen yerlerden göçler başladı; 1853-56 Osmanlı Rus savaşından, 1977-78 Osmanlı Rus savaşından, Balkan savaşından sonra Anadolu’ya büyük göçler şehirleri yeniden şekillendirdi… İstanbul İşgal altında iken de kuzeyden Rus çarlığının yıkılışından kaçan Beyaz Ruslardan üç yüz bin kişiyi bile uzunca bir süre misafir ettik, hala bir kısmı bu şehirdeler…
BALIKESİR’E GÖÇLER
Anadolu’nun batısında yer alan kadîm şehrimiz Balıkesirin tarihsel dönüşümü her devirde hareketli olmuştur…Kırım savaşlarından ve Balkan savaşından sonra gelen göçler Balıkesir’in demografik yapısını çok etkilemiştir..Kırım Tatarları, Kazan Tatarları, Kafkas halklarından Çerkezler, Acaralar, Gürcüler, Balkanlardan Bulgaristan muhacirleri Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar, Makedonyadan Üsküpten insanlarımız bu şehrin yaklaşık iki asırdır yaşayan halkı olmuştur…Farklı bir gurupta Don Kazaklarıdır, Rusya’da Çarlık idaresince araları açılınca yaşadıkları topraklardan ayrılmak zorunda kaldılar, sığınacak liman Osmanlı olmuş, Osmanlı Devleti tarafından Don Kazakları balıkçı oldukları için Enez’e ve Manyas gölü kenarında Kocagöl ve Bereketli köye yerleştirildiler..
BALIKESİR’DE EVLÂD-I FATİHAN
Ülkemizin tüm şehir ve beldelerinin geçmişte ve bugünde büyükleri var, o beldeler sanki onlara emanettir, o muhteremlerle anılırlar.. Balıkesir’in her ilçesi ve beldesinde böyle muhterem insanlarımız vardır..
Bandırma ilçesinin muhteremleri arasında öne çıkanlardan biride burada aziz hatıralarını anlatmaya çalıştığımız Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi dir.
Balıkesir’e yerleşen Balkan kökenli Üsküplü bir ailenin evladı Tatlıcı Ali Efendi den geçen yazımızda biraz bahsetmiştim. Rumeli Türkleri İstanbul’un fethinden önce Osmanlı olmuşlardı, çoğunlukla Anadolu’dan Rumeli’ye göç etmişlerdi, Zaman ve savaşlar artık oradan göç etmeyi zorunlu kılınca geri dönüş başladı.. Rumeli Türkleri olarak guruplandırdığımız bu insanların aslında kendilerine has” titr” leri var…Rumelili ,kibirli ve asalet iddiasındadır, Rumelilinin bir tek asalet titri vardır diyor Münevver Ayaşlı rahmetli; “Evlâd-ı Fatihan”..Evet, Fatihlerin evlâdı olmak Anadolu’nun Rumeli Fatihi Süleyman Paşa ve Murad Hüdavendigar ile başlar Sultan Fatih ile devam eder…Tatlıcı Ali efendi amcamız 1331 (1913 veya 1914) Üsküp’te doğmuş, küçük yaşta Bandırma’ya yerleşmiş gönül ehli bir insandı .Yakınlarının deyimiyle Tatlıcı Ali Ağabey. Zâhirî tahsil îtibâriyle ilkokul mezunu. Bandırma’da kurduğu tatlıcı dükkanı ile geçimini temin etmiş. Ancak gençliğinde vakit buldukça İstanbul’a gidip zamanın önde gelen ilim, sanat ve tasavvuf erbâbı ile tanışmış, sohbetlerinden istifâde edip feyz almıştır…
İstanbul’da ve Anadolu şehirlerinde sütlü tatlıları yapanlar genellikle Makedonyalı Üsküp kökenlidirler.
Ali efendi, Tekke Camiinde kıldığı sabah namazından sonra besmele ile dükkanını açar, Sütleri kaynatır, muhallebileri tatlıları yaparken kazanda o büyük kepçeyi her karıştırdığında besmeleler ve Kuran-ı kerimden sureler okuduktan sonra şöyle dua edermiş; “ Allah’ım, bu aştan yiyenlerin dertlerini unuttur, işlerini rast getir, sağlık ve sıhhatlerini iyileştir, imanlarını kuvvetlendir, vatana millete hayırlı hizmetlerde bulunmalarını temin ettir yarabbi…” bu hayır dualarla imal ettiği sütlü aşları tatlıları yiyenlerin inancına göre, günlerinin bereketli huzurlu geçtiğini ifade ederler…. Bu fakire ,dualı tatlılardan çokça yemek kısmet oldu..
İYİLİKLERLE DOLU BİR KALB VE İNSANLIK DERSLERİ
Ali Efendi, kendi anlattığına göre, gençliğinde insanları irşâd edebilmek, onlarla diyalog kurabilmek için bâzen meyhânelere gider, orada ayran içer ve insanlarla konuşurmuş. Şöyle anlatıyor: Dükkanımızda tatlı ve pasta sattığımız için akşam geç saate kadar çalışır, sonra dükkan temizliği yapıp eve giderdik. Yolda meyhanelerin bol olduğu sokağa uğrar, o geç saatte sarhoş olup kalan var mı diye bakardık. O saate kadar meyhanede kalan kişi ya faturayı ödeyecek parası olmadığı için meyhaneciden korkan, ya da evdeki hanımından fırça yiyeceğini düşünüp korkan kişidir. Biz bunların borcunu öderdik. Ancak adam ayakta zor durduğu için bir fayton çevirir, faytoncuya onu evine götürmesini söyleyip yol parasını verirdik. Ayrıca sarhoş olan adama bizim dükkandan bir paket höşmerim tatlısı sarıp verir: “Bunu hanımına ver de sana kızmasın” derdik.
Sabri Tandoğan, Altınoluk dergisi için kendisi ile bir söyleşi yapıp hatıraların yaşamasına vesile olmuş, Allah razı olsun. Tatlıcı Ali efendi amcam şöyle anlatır; “Efendim bendeniz Rumi 1331 doğumluyum Aslen Rumeliliyiz, Üsküp muhacirlerinden. Bir dizi felaketlerden sonra Rumeli’den, annem, babam, ailecek hepimiz hicret etmişiz Türkiye’ye. İlk olarak da Bandırma’ya yerleşmişiz. Burada Yunan işgali ile karşılaştık. Bir müddet İstanbul’a gittik, orada da İngiliz işgalini gördük. Malumunuz seferberlik, Osmanlı’nın perişanlığı, kısaca maceralı, muhataralı bir hayatımız oldu o dönemlerde.
Allah gavur işgali göstermesin,. Bosna ve diğer Balkan ülkelerinde olup biteni görünce insan üzülüyor…
Allah nasip etti o dönemlerde pek çok güzel insanla hem dem olma fırsatı bulduk. Muharrem Nadir Ağalar, Süheyl Ünver Beyefendi, Şemseddin Günaltay, Fuat Köprülü, Ali Nihat Tarlan, Neyzen Tevfik gibi zâtlarla tanışma imkânı bulduk. Sultan Abdülhamit’in kızı ve hanımını da yakinen tanıma fırsatı buldum… Sultan Hamid’e kim ki ihanet etti, bu âlemden hepsi bednâm olarak göçüp gittiler.
Bir gün Süheyl Hocayla beraber o zamanlar Beşiktaş’ta oturan Sultan Abdülhamit’in en nazlı kızlarından Ayşe Sultan’ı ziyaret etmiştik. Kendilerine “Efendim çok afedersiniz efkâr-ı umumiyede şöyle bir söylenti var, velinimetimiz efendimizin son demde bu millete beddua ettiği söyleniyor ne buyurursunuz?” diye sordum. Ayşe Sultan birden heyecanlanarak “Hayır böyle söyleme evladım” diyerek titremeye başladı. “Nasıl beddua eder? Mümkün mü femi muhsininden öyle söz çıkması, suçu ne milletin?” şeklindeki sözleriyle bu söylenenler hususundaki üzüntülerini belirtmişlerdi. Efendim, Adnan Menderes’in gizliden gizliye Abdülhamit’in ailesine yardım ettiği söylenmekte. Nasıl gerçekleşiyordu bu yardım?
Evet ben bizzat şahidim merhumun o mazlum aileye yardım yaptığına.. Adnan Menderes Bey tebdil-i kıyafetle giderdi evlerine ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Aman kimsenin haberi olmasın diye de Ayşe Sultan’a tembihlerdi.
O mazlum aile gerçekten sıkıntılı günler yaşadılar son dönemlerinde. Metruk bir köşkte hayatlarını idâme ettirmeye çalışıyorlardı. Annesi Müşfike hanımefendi yatalak hastaydı. Duvarlar raptiyelerle tutturulmuş kağıtlarla kaplanmıştı. Evde kap kacak gibi hiçbir malzeme de yoktu. Rüzgar evin bir tarafından giriyor diğer tarafından çıkıyordu. Açtılar; en ucuz asker sigarası kullanırdı Ayşe Sultan. İnsan o denli bir sıkıntı içerisinde olunca sigaraya başlamaz mı? Osmanlıyı işte bu halde bıraktık….
Çocuk yaşlarından itibaren kitaplara ve okumaya karşı derin bir muhabbetim vardı. Okumak, yazmak, udebâyı, meşâyıhı, şuarâyı tanımayı çok arzulardım. Allah’a hamd olsun dönemimizin pek çok mümtaz şahsiyetlerini tanımayı Rabbim fakire nasip etti. Hakkari’den Şeyh Selim Efendi’den tutun da Edirne’den Ragıp Efendi’ye kadar Kâdirî, Mevlevî, Nakşî bir çok meşâyıhı ve üdebâyı tanıma fırsatı buldum…
Kur’an-ı Kerim tahsilimi o yasaklı dönemde camide mum ışığında Hoca Zekeriyya Efendiden aldım. Akşamla yatsı namazları arasında gizli gizli bir şeyler öğrenmeye çalışırdık. Hatta bir gün birileri hoca Kur’an öğretiyor diye ihbar etmişler. Tabii bu gibi durumlara karşı sürekli tedbirli olurduk. Ayakkabı giymezdik. Cami içerisinde iki tane büyük dolap vardı. Jandarma camiye baskın yapınca bizler hemen dolap içerisine girdik. Mumları da sakladık. ..Öyle bir devir düşünün ki Müslüman bir ülkede Allah demek yasak olsun….1960 ihtilalini hatırlarsınız. Merhum Adnan Menderes mahkeme edilirken, “Hiçbir suçun olmasa, Türkçe okunan ezanı yeniden Arapça aslına döndürmen idam edilmen için kafidir” denildi. “Allahu Ekber” demenin cezası altı ay hapis yatmaktı. ..İhtilalden sonra jandarmalar bizim dükkana da baskın düzenlediler. Fatih’in tablosu vardı dükkanımızda! “Hâlâ Osmanlı muhibbi misiniz?” diye darmadağın ettiler dükkanı. Sandalyeleri, iskemleleri kırdılar. “Van’da Kürt hükümeti kuracakmışsınız” diye suçladılar. “Yapmayın, dedim, “Ben Üsküplüyüm. Tito ile münasebetim olduğunu söylerseniz bir dereceye kadar. Hayal ile rabıta kurmak mümkün değil.”…Mehmet Akif’e karşı çok büyük bir muhabbetim vardı. Onun eserlerini okur, onun bütün muhiti ile yakın dostluklar kurmaya çalışırdım… Kendilerini bir kez görme fırsatım oldu. Eşref Edip Bey ile kaldığı bir otelde kendisini ziyaret etmiştik…
NEYZEN TEVFİK MUHABBETİ
Neyzen Tevfik’i bir gün Bakırköy’de hastanede ziyaret gitmiştim. Altı ay dışarda altı ay da Fatihte Reşadiye otelinde kalırdı. Hastanede baktım, akşam nöbeti de gelmiş, saçları temelli dikilmiş, akşam yemeği yapıyor ama ateş içerisinde. Bana döndü “Beni niçin ziyarete geldiniz? Neyzen misiniz, musikîşinâs mısınız, edebiyatla mı ilgileniyorsunuz, konservatuvar talebesi misiniz?” diye sordu. “Efendim bahsettiğiniz vasıfların hiç biri bende yok” dedim. “Fakat bendeniz Mehmet Akif’i çok seviyorum. Mehmet Akif Bey’in sevdikleri de benim baş tacım olur” dedim. Ben sözlerimi tamamlar tamamlamaz “Akifim, Akifim” diye bağırarak kendini yere bir vurdu, ben öldü diye çok korktum. “Akifim Akifim” diye bağıra bağıra ağlamaya başladı. Perişan oldum, ben de onunla ağlamaya başladım. Bir zaman sonra kendine geldi. “Yavrum dedi, ben eli öpülecek insan değilim. Ben merdûdum. Ben fâsıkım. Ben fâcirim” dedi. “Yapmayın efendim” dediysem de dinlemedi. “Hayır ben hıyânet ettim” dedi. Mevlevîlikte tarikata intisap ettikten sonra bin bir gece çilesi var o çile tamamlanmadan ayrılınırsa makbul addedilmiyor, halkayı kopardı sayılıyor.
Hastaneden ayrılıp oteline yerleştikten sonra yeniden kendilerini ziyarete gittim. “Neyzen”le son görüşümüzdü, sizi bir zaman çok üzmüştüm, “Oğlum yarın burada mısınız?” dedi. “İnşaallah” dedim. “Şehzadebaşı camiinin yanındaki meşrutalarda yavrunun çayhanesi var, bir zahmet oraya uğrasanız da yarın benim geleceğimi bildirseniz. O bazı dostlara haber versin” O kimlere haber vereceğini bilir” dedi. “Fakat siz de geleceksiniz” gelin de bir veda neyi ile sizle ödeşelim diye bana tembihledi. Gittim söyledim, ertesi gün orada Kimler yok ki: İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Süheyl Ünver, Ebulula Mardin, Eşref Edip, Mahir İz ve daha birçok zarif insan. Neyzen Tevfik, Beni karşısında bir yere oturttu. Ney üflerken neyle beraber o da ağlıyordu, dinleyenler de ağlamaya başladı. Meğer gerçekten ”veda neyi” imiş.. Bu benim son ney üfleyişim dedi, ardından bu fakire : Benim cenâze namazımı sen kıldıracaksın, diye vasiyet ediverdi.. -Benim tahsilim yok, dediysem de kabul ettiremedim. On gün sonra da vefât etti, haber verdiler ve cenaze namazını kıldırmak nasib oldu.
Hattat Necmettin Efendi, Hattat Hamid, Hattat Macid ve Halim Efendiler, tanışma fırsatı bulduğum insanlar olarak çok güzel insanlardı. Mahir İz Bey dost tarifine giren yârânlarımızdandı…
Süheyl Ünver Bey. Dünyanın en kibar insanlarından birisiydi. Bir gün beraberce gidiyoruz. Karşımıza bir kedi çıktı. Kedi önümüzde durdu ve başladı kaşınmaya, hazret ellerini şöyle bağladı onu bekledi, biz de bekledik. Kedi keyfini aldıktan sonra aldı başını gitti. Ondan sonra “Aliciğim, bizim adımımız bu hayvancağızı ürkütseydi bir de kaza mukadder olsaydı nice olurdu bizim halimiz” dedi. Onlar başka insanlardı. Onların hâlini, yaşayışlarını, oturuşlarını, yemelerini, içmelerini takip edin, isterse femi muhsinlerinden bir kelime çıkmasın kitap tanzim edersiniz. Oturmaları, kalkmaları her şeyleri başkaydı. Sami Efendimizin Musa Efendimizin halleri de öyle değil mi? Başka insanlardı onlar. “Kâmil olurmuş ehli dil doğmazdan önce ânesi” derler. Maya öyle. Büyük ekmek büyük hamurdan olur. Son derece lâtif, sen, ben, senin, benim gibi sözleri bilmezlerdi.
Efendim, her şeyi lâtif görmekte fayda var. Her şeye Muhammedî bir gözle bakacaksın. “Ben ne küfrü teftişe memurum, ne hayrı tespite memurum” diyerek herkese karşı hüsnü zan üzere olmak gerek. Hiç kimse hakkında su-i zanda bulunmamak lâzım. Filanca şahıs şöyle kötü böyle kötü diye konuşmamak lâzım. Ne mâlum beş dakika sonra tüm kötü huylarından kurtulmayacağı.
Eski kıraathanelerde herkes masaların etrafında toplanır kendi âleminde çayını içer sohbet ederlerdi. Masaların üzerilerinde de çıngıraklar bulunur, yüksek sesle konuşulduğu veya gürültü patırdı yapıldığı zaman kıraathane sahibi hemen çıngırağı çınlatır ve “Edep ya Hû” diyerek sükûnete davet ederlerdi.. Her semtin beyefendisinin kendisine has hasletleri vardı. Beşiktaşlı başka… Emirganlı başka… Üsküdarlı başka… Kimse birbirinin önünden geçmez… Herkes birbirlerine yol verme nezaketi yüzünden tramvayları kaçırırlardı. İşte tüm bu güzelleri yıktık ama yerine ne ikâme ettik?
Yirmi küsur sene hizmetinde bulunduğum, sonra bizi Sami Efendi hazretlerine teslim eden, Müftis – Sakaleyn ve huzur hocalığı yapmış olan Ali Haydar Efendi derdi ki bizlere; Oğlum camiye girdiğinizde ekseriyet takkesizse, siz de takkenizi cebinize koyunuz. Öğle ve yatsı namazının son sünnetini dört rekat kılmak efdâldir ama camide değil evinizde. Herkesten evvel camiye girip, en son çıkan olmayın, camide evrâdı ezkâr ile meşgul olmayın.” böyle söylerdi… Efendi hazretleri ütüsüz pantolon giymeyin buyururlardı. Ütüsüz olursa namaz kılıyor demekti. Zaman malum değişen bir şey yok ki.
Balıkesir Bandırma’nın bir şehir efendisi idi Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi amcam, Nur içinde yatsın…
Mehmet Kamil Berse