Balkanlara iki kez seyahat ettiğimi ve bunlardan ilkinin seyahat amaçlı, ikincisinin de kültürel amaçlı olduğunu daha önceki yazılarımda ifade etmiştim. İlk seyahatimde daha kapsamlı bir gezi ve gözlem yapma fırsatımız olduğu için Üsküp’te de durum aynı olmuştu. İkinci seyahatimizdeki izlenimlerimi Makedonya’yı anlatmaya başladığım ilk yazdığım yazımda ifade etmiştim; bu bakımdan bu yazımda ilk seyahatimizdeki izlenimlerimi anlatmaya çalışacağım.
Eylül 2015 tarihindeki Balkan seyahatimizin Üsküp bölümü oldukça verimli bir gezi olmuştu. Üsküp’e vardığımız gecenin sabahında Üsküp’e 15 km. mesafede bulunan ve bu bölgenin doğa harikalarından biri olan Matka Kanyonu’na gitmiştik. Otobüsümüzden inip bir yanı dimdik kayalıklar, diğer yanı ise baraj gölü olan ve Treska Nehri ile Vardar Nehri’nin buluştuğu bir alanda yer alan kanyonu, turist olarak gelenler için açılan yürüyüş yolunda yürüyerek temaşa eyledik. Baraj, göl üzerine inşa edilmiş. Kanyonda, derinlikleri birbirinden farklı olan on kadar mağara var ve dünyanın en derin yer altı su mağarası olan Vrelo Mağarası da burada bulunmakta. Yine kanyonun yürüyüş güzergâhı üzerinde birkaç tane şapel ve manastır bulunmakta.
Bu iki seyahat birbirinden farklı noktalardan başladığı için Üsküp yolculuğumuzda da durum aynıydı. Önceki yolculuğumuzda önce yolumuz üzerindeki Kalkandelen’e uğrayıp Harabati Tekkesi’ni ziyaret etmiştik; ancak hatırlayacağınız gibi bu tekkeyi, Makedonya hakkındaki ilk yazdığım yazımda anlatmış olmama rağmen Kalkandelen hakkında hatırlayamadığım birkaç husus kalmıştı; bunlara temas ederek tekrar Üsküp izlenimlerime dönmek istiyorum. Kalkandelen’in Makedonya dilindeki karşılığı Tetova; ama Kalkandelenliler buraya “Kasaba” adını vermişler. Kasabaya gidiyoruz dediklerinde Kalkandelen’e gitmeyi kastediyorlarmış.
Bizim Kalkandelen’e gittiğimiz gün, yörenin köy pazarı kurulmuştu ve bu nedenle ortalık ana baba günüydü. Balkan şehirlerinden birine mensup olan rehberimiz Rıdvan Zeynal, kırmızıbiberleri görünce, artık yaza veda zamanının gelmiş olduğunu söylemişti. Bu pazarda Anadolu coğrafyasında gördüğümüz tüm meyve ve sebzeleri gördük. Köy pazarının hemen arkasındaki Bektaşi Tekkesi’nin de bulunduğu çiftliğin ana giriş kapısından geçtikten sonra üzeri kubbeyle örtülü ve içinde bir şadırvanın da bulunduğu ahşap bölmelerden birine girip biraz dinlenirken Rıdvan da bize bu tekkenin ve çiftliğin niçin yapıldığını anlatmıştı. Tekrar belirtmem gerekir ki önceki sayılarda yazmayı unuttuğum hususlardan dolayı Kalkandelen bölümüne tekrar dönüş yaptım. Tekkeyi Malatyalı Mehmet Bey yaptırmış. Bölgeye geldiğinde burayı harap bir halde bulan Mehmet Bey bu viraneliğe düzen verdikten sonra halk buraya Harabati Baba Tekkesi adını takmış. Sonraki zamanlarda yine bu bölgede görev yapan Recep Paşa, verem hastalığına yakalanan kızının sağlıklı bir ortamda yaşaması için bir araştırma yapmış ve üç kurban kestirip üç farklı yere bu kurbanları bıraktırmış. Tekkenin etrafına bıraktırdığı kurban hayvanının bozulup kokuşmadığını gözlemleyince, buranın havasının temiz ve hastalıklar için elverişli bir yer olduğunu anlamış, derhal tekkenin etrafını ağaçlandırıp buraya bir de çiftlik yaptırmış.
Balkanlardaki dağılma ve bölünmeden önce Tito yönetimindeki Yugoslavya’da birçok yer gibi bu çiftlik de Hıristiyanların eline geçmiş. 1990’lı yıllarda çıkan iç savaşlar neticesinde dağılan Yugoslavya’da Bosna Hersek Devleti kurulup bağımsız hale gelince, bu çiftlik de yeniden Müslümanların eline geçmiş.
Bosna’da Osmanlı zamanında 53 dergâh varken, şu an 4 dergâh kaldığını öğreniyoruz rehberimiz Rıdvan’dan. Tekkede neler gördüğümüzü, Bektaşi Tekkesi’nin bekçisi Abdülmuttalip ve çiftliğin koruyucusu Cumali’nin maceralarını da daha önce anlatmıştım.
Son derece verimli Vardar Ovası’nda otobüsümüzle ilerleyerek Bosna’nın diğer şehirlerini görmek üzere Kalkandelen’den ayrılırken araçta üst üste Balkan türküleri çalmakta. “Mayadağ’dan kalkan kazlar, Al topuklu beyaz kızlar, Yarimin yüreği sızlar, Eğlenemem aldanamam, Ben bu yerlerde duramam. Vardar Ovası, Vardar Ovası; Kazanamadım sıla parası.” Bu türküler söylenirken, bir yandan da seyahat arkadaşlarımızın Kalkandelen’deki pazardan aldıkları meyvelerden ikram etmeleriyle ağzımızı tatlandırıyoruz.Bu eklemeleri yaptıktan sonra tekrar Üsküp izlenimlerime geçebilirim. Üsküp, 1392 yılında Osmanlı hâkimiyetine geçmiş ve Scopje ya da Scopie olan adı, milletimiz tarafından Üsküp olarak değiştirilmiştir. 500 yıldan fazla Türk egemenliği altında bulunan Üsküp, bu uzun zaman diliminde Türk mührü vurulmuş müstesna Balkan şehirlerinden biri olmuştur. Çarşılarında, sokaklarında dolaşırken, bir Anadolu şehrinde bulunduğunuzu düşünmeden edemiyorsunuz… Yahya Kemal, yerleşim olarak Şar Dağı’nın eteklerinde bulunan Üsküp’ü Bursa’ya, bu dağ silsilesini de Uludağ’a benzetiyor. Bu sebeple Şar Dağı’nı görünce Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” olarak nitelediği Üsküp’le ilgili mısraları aklımdan geçti:
Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyârıdır
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.
Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.
Üsküp ki Şar Dağ’ında devâmıydı Bursa’nın
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
Üsküp, sadece Yahya Kemal’in çocukluğunda doğup büyüdüğü ve uzun yıllar sonra gittiğinde bulamadığı ve kaybolmuş bir şehir olarak nitelediği zamanlarda değil, şimdi eskisinden daha fazla kaybolmuş, içine sinmiş bir şehir. Bu kaybolmuş şehir artık bizim sınırlarımız içinde olmasa bile sınırlarımızın oradan başladığı bilincinde olduğumuz sürece, bizim gönlümüzün orta yerinde olmaya devam edecektir. (Devam edecek)
Prof. Dr. H. Ömer Özden