Beşiktaş’ta Bayram Namazı Yahut Hagop’un Ekmekleri

Sultan Abdülhamid Han yılda iki kez Sinan Paşa Camisi’ne geliyordu ve onun gelişiyle semtin bütün kimyası değişiyordu. Bayramın iki gün öncesinden itibaren olağanüstü anlar yaşanmaya başlardı. Çarşıdaki canlılık tamamen durur, her şey ertelenir, dondurulurdu.

Rahmetli dostumuz A. Halûk Dursun’un dediği gibi, Ermeniler İstanbul’un yerlisi değildir. İstanbul’a gelişleri Hz. Fatih zamanında olmuştur. Bursa Ermeni piskoposu Ovakim başkanlığında kalabalık bir cemaat geldi, sur kenarlarına ve kapılara yakan olan bölgelere iskân edildiler. Karaman, Kayseri, Sivas, Diyarbakır, Bayburt, Eğin, Divriği ve Harput’tan gelen Anadolu Ermenileri Samatya, Kumkapı, Edirnekapı, Topkapı gibi semtlere yerleştirildiler.[1]

Saray onlara müşfik davrandı. Özellikle Sultan Abdülmecit’ten itibaren sultanların yakın çemberinde bulundular. Önce Kuyucubaşılık, Kilercibaşılık, sonra sarraflık, Hassa Hazinesi Nazırlığı, Darphane, Baruthane yönetimi gibi önemli sorumluluklar yüklendiler. Millet olarak zenaatkârlığa yatkındılar. Gümüşcü, kuyumcu, zilci,…gibi konularda başarılıydılar. Tokat’ın yazmacılığını Üsküdar’a taşıyıp geliştirdiler. Kemaliyeli Ermenilerden iyi tüccarlar çıktı.

Okumuşları mimaride, matbuatta, fotoğrafçılıkta, sinemada, musikide, siyasette sivrildiler. Sâdık tebâa olarak davrananlar Müslimlerden ayrı tutulmadan değerlendirildiler, muhabbet ve yakınlık gördüler.

* * *

Harput’un Armudan köyünden bir Ermeni ailesi, Beşiktaş’taki akrabalarının yanına, hem okusun, hem de zenaat bellesin diye, küçük çocuklarını bir trene bindirip İstanbul’a yolladılar. Hagop çocuk Beşiktaş’ta fırıncılık yapan akraba ailenin gölgesine sığındı. Orada fırıncılığı ve ekmek yapmasını öğrendi. Ekmekçiliğin her kademesinde çalıştırıp onu yetiştirdiler. Bazan tezgâhta tuttular, bazan hamurkâr, bazan oduncu, kürekçi, fakat en çok da tablacı olarak çalıştırdılar. Bu arada Ermeni mektebine de kaydettirdiler.

Tablacılar, pişen ekmekleri küfelere doldurup, at veya katır sırtında, evlere servis yapanların adıydı. Hagop fırında yattı kalktı, sebât etti, gölgelerine sığındığı aileyi zorda bırakmadı, kendini yetiştirdi. Başlangıçta, kendine çok yabancı, fakat çekici gelen hâlleri, olayları not etti, defterler doldurdu. (Daha sonra, emekliliğinde bunları düzenleyip yayınladı)

Fırın, Beşiktaş’ta Sinan Paşa Camisi’nin karşısındaydı. Cami, büyük Mimar Sinan’ın eseriydi. Kaptan-ı Derya Sinan Paşa adına inşa edilmişti (1555). Büyük bir camidir. Abdülhamid Han cuma ve bayram namazlarını umumiyetle Yıldız Sarayı önündeki Hamidiye Camisi’nde kılardı. Fakat bayram namazları için Sinan Paşa Camisi’ne gelirdi.

Hümâyûn alayının gelişi-gidişi, bu arada uygulanan protokol Hagop için elbette çok ilginçti. Gördüklerini dikkatle ve ayrıntılarıyla not etti.

Gördükleri şöyleydi:

Sultan Abdülhamid Han yılda iki kez Sinan Paşa Camisi’ne geliyordu ve onun gelişiyle semtin bütün kimyası değişiyordu. Bayramın iki gün öncesinden itibaren olağanüstü anlar yaşanmaya başlardı. Çarşıdaki canlılık tamamen durur, her şey ertelenir, dondurulurdu. Arife gününden itibaren iki gün, ekmekleri taşıyacak beygirler getirilemezdi buraya. Ekmekler tezgâh üzerinde dizili kalır, tezgâhtar Barsam Ağa ekmeklerin yanında görünmezdi. Fırının ağzı kapalı tutulurdu. Kürekçi Hayrabetlerin Nişan usta bu iki gün görünmezdi. Azbıder’li (Sivas, Suşehri’nin bir köyü) hamurkâr çocuklar, hamur tahtalarını çevirip üstünde uyurlardı. Bu iki gün onlara iyi bir tatil olurdu.

Fırına komşu dükkân süpürgeciydi. Mustafa Ağa ve Yusuf, süpürge bağlarlardı. Seyisler sair günler don gömlek ortada dolaşırken bu iki gün ortalıkta görünmediler. Kağıt oynayanlar da yoktular.

Çoban Ubeyt ortalıkta görünmüyordu. Bu saatlerde koyunlarını çıkarır, Beşiktaş tepelerine otlatmaya götürürdü. Makedonyalı sebzeci Laza Cuşa’nın atları bugün Büyükdere’den gelmediler. Kervan geliyor gibi dangıl…dungul ziller çalarak dükkânın önünde durmadılar, yüklerini indirmediler, sebze getirmediler. Helvacının İmamı iki kez dışarı çıktı. Bakır büyük kazanıyla mermer masanın üstünde iki koca helva kubbesi yaptı ve gitti. Fırının yakınındaki Rüştiye, yaz olduğu için kapalıydı. Karşı caminin dibinde, ekmekleri ve kızarmış ciğerleriyle Rado yoktu. Onun yanında üç ayaklı sehpasıyla duran kaşık helvacı, orada oturup on paraya ayakkabı boyayan boyacılar da görünmüyorlardı. Caminin önündeki meydana geceden taze sarı kum serpilmişti. Gün boyunca omuz omuza ayakta duran, on paraya helva ve yarım okka ekmek yiyerek veya yirmi paraya kızarmış ciğer, helva ve yarım okka ekmekle idare eden yoğun kalabalıktan şimdi, ortada on kişi bile yoktu.

Caminin hünkâr girişindeki mermerler kar gibi bembeyaz olmuştu. Kalın ve sık dokunmuş bir halı, merdivenler boyunca padişah için serilmişti.

Hasan Paşa (Beşiktaş muhafızı Yedi-sekiz Hasan Paşa) sultanın güvendiği kişiydi. Yıldızın gece koruyucusu, abanozdan yapılı arabasıyla, kendi adıyla anılan karakoluna döndü. Türkçe bilmeyen, asker-polis olmayan, sultanın beyaz takkeli, mor poturlu Arnavut devriyeleri bizim çarşının üst kısmını doldurdu. Yine Türkçe bilmeyen, kırmızı şalvarlı, yeşil sarıklı Arap devriyeler de caddeyi doldurdular. Yalnız Türklerden oluşan ve uzun boylu askerlerden seçilmiş, Sultanın muhafızları, göğüslerinde imparatorluğun ihtişamlı nişanları olduğu halde geniş bir çember meydana getirerek Arnavut ve Arap devriyelerin önünde yer aldılar. Cami meydanının soluna doğru saray arabaları gelip dizildiler. Her birinin içinde Dar’üssaâde-i Şerife’den birer ağa ile padişah hareminden dörder saraylı kadın vardı. Alınlarından kaşlarına inen, boyunlarından dudaklarına kadar uzanan tüllerden gözleri, gözlerinin de sadece bebekleri görülebiliyordu.

Caddenin uzaktaki dönemecinden önce bando sesi duyuldu. Sonra da saltanat alayı göründü. Önde gidiş müdürü yürüyordu. Yalnız ve yaya olarak. Elinde, yüksekte tuttuğu gümüş tepsideki günlüğün hoş kokusu, padişahın geçeceği çevreye yayılıyordu. Arkadan dört atlı arabasında, Aziziye fesiyle Haşmetmeâb Abdülhâmid Han göründü. Gazi Osman Paşa onun karşısına oturmuştu. Ağır ve ölçülü ilerleyen arabanın dört atının dört süvarisinin bileklerinden uzun ve parlak kaftan kolları sarkmıştı. Arabanın arkasından gelen otuz atlı muhafızın gümüş gibi parlayan taburu, yarım daire halinde durdu. Bunları, mızraklı süvari taburu izlemekteydi. Tabur durduktan sonra saltanat arabası iki sıra erkânın arasından ilerleyerek girişteki halıya yaklaştı. Düzeltilmiş sakallı, orta boylu, kartal burunlu Hânedan-ı âli Osmanî kurdelalı büyük nişan taşıyan padişah arabadan çıktı ve bir temenna ile orada bulunanları selâmladı. Tebaâsı olan erkân yere kadar eğilerek temennâ ile karşılık verirken o, namazını kılmak için merdivenlerden çıkarak camiye girdi.

Sultan namazını kıldıktan sonra aşağıya indi. Saltanat alayı yeniden oluştu. Ve yola çıktı. Dolmabahçe Sarayındaki bayram tebrikleri için hareket edildi.

Sinan Paşa meydanı boşaldı. Rado ekmekleri ve kızarmış ciğerleriyle, kaşık helvacı üçgen tablasıyla, on paraya ayakkabı boyayanlar yerlerine yeniden dizildiler. Eski kalabalık hemen yeniden oluştu.[2]

Mintzuri hatıratı boyunca, Beşiktaş ve çevresini anlatmış kitabında. Bazı tesbiteri o kadar bugüne benziyor ki, şaşmamak mümkün değil:

“Ciğerci Yorgi, damadı Sava ile birlikte çalışıyordu ve Yorgi çok zengindi. Ben bazan içeri girer, yanlarına giderdim. Bir masası vardı ki üstünde zeytinyağı, sirke fıçıları ile avluya uzardı. Soğan, un, maydanoz. Her şey bunun üstündeydi. Ciğerleri çok ufak doğrar, unlayıp ateşin üzerinde yanmış yağ bulunan tavaya atardı. Aynı zamanda ıslak unlu elleriyle, hiç ayıklamadan ve yıkamadan otlu çöplü maydanozları, sonra soğanları doğrardı. O kadar hızlı doğrardı ki, o zamanların elektriğiyle çalışan bir bıçağı daha hızlı kesemezdi herhalde. Ağzında, dudağında devamlı bir sigara olurdu. Bazan sigara yana yana uzun bir kül olur, ben hatırlatmasam, ciğerin veya soğanların içine dökülürdü. Ben gülünce “işine bak, düşerse düşsün Agop, ne olacak. Tava da siyah, ciğer de. Kül kirli bir şey mi? der, sonra kaşığıyla, kızaranları tenekeden küçük tabaklara doldurur, soğan ve maydanozla üstünü örter, müşterinin önüne koyardı. Müşteri yarım kiloluk ekmeğini çıkarır, soğanların kuru kabukları, un döküntüleri arasında karnını doyururdu.

Usta Yorgi tabakları yıkamazdı. Buna gerek duymazdı. Yiyip çıkanların kapları tekrar doldurulur, yani gelenlerin önlerine konurdu. Tabaklar niçin temizlensindi? Yiyenler zaten temizliyorlardı. Hem de kabı, ekmek içiyle iki üç dört kere sıyırarak. Böylece tabağa yapışan soğan, maydanoz veya zeytinyağı artıkları da yiyenlerin karnına gidiyordu…”[3]

* * *

Ekmekler her gün, aksamadan ve aynı saatlere denk getirilerek dağıtılıyordu. Ekmeğin parası aydan aya, bazan onbeş günde bir tahsil ediliyordu. Hesabı hem tablacı, hem ev sahipleri tutuyordu ve hesap hiç şaşmıyordu.

Hagop, ekmek dağıttığı köşklerin bazan bahçesine alınıyor ve oradan çarpıcı tesbitler yapıyordu. Sohbeti uzatmamak için onları anlatmayacağız. Fakat avamın oturduğu mahalleleri anlatırken gördüğü ve şaşırdığı halleri ondan dinlemek ilgi çekicidir:

“Bütün müşterilerimiz köşklerde yaşamıyorlardı. Tek katlı, iki üç katlı evlerde oturanlar vardı. Bunların harem-selâmlık bölümleri yoktu. Ev, bütünüyle haremdi. Evin beyinden ve oğullarından başka yabancı erkek giremezdi. Bakkal, seyyar satıcı veya biz ekmekçiler, sokaktan yapardık alış-verişi. Kapıdan, “ekmekçiii” diye bağırırdık. Evin beyi ve oğulları varsa o çıkardı. Yoksa kadınlar çıkardı kapıya. Az bir aralıkla kapıyı açar veya kol çıkacak kadar pencerenin kafesini kaldırırlardı. Onlar bizi görürdü ama biz onları göremezdik. Ekmeği alan elden, içerdekinin genç mi, yaşlı mı olduğunu anlardık. Bazı evlerde kapılar açılır ve içeriye, avluya girerdik. Avluda kimse olmazdı. Duvardaki tereğe ekmeği koyarken, duvarın ardından bir ses “iki” veya “üç” derdi. Deftere yazardım. Ekmekle beraber tereği (dönme dolabı) çevirdiğimizde içerden alırlardı. Kadının yüzünü görmezdik. Fakat sesinden, genç mi, yaşlı mı, halaylık mı, besleme mi olduğunu anlardık. Bazan evin içini de gördüğümüz olurdu. Çocukların sayesinde. Çocuklar namahrem bilmez, annelerinin niçin saklandığını anlamazlardı. Sokaktan “ekmekçi” diye bağırdığımızda koşarak kapıyı ardına kadar açarlardı. Kadınlar “ayy!” diye bağırarak gelip kapıyı örterlerdi. Ermeni, Rum veya Musevi evlerinin kapısı açıldığında içerdeki kadınları giyimli görürdük.

* * *

Türk evlerinde gözüme en çok çarpan yerdeki hasırlardı. On evden yedi-sekizi hasırlıydı. Sokaktan veya kapı aralıklarından gördüklerimle değil, fırınımızın yakınındaki komşu evlerden biliyorum. Bu evlerden biri caminin avlusuna yakın yorgancıbaşının eviydi. Aynı sokakta yine saraylılardan hamamcıbaşının, köyiçi çeşmesinin başındaki kahvecibaşının evleri de öyleydi. Bunlar her gün bizden ekmek alırlardı. Yazları Çamlıca’ya hava değişimine gittiklerinde anahtarları bize bırakırlardı. Bilmediğim köşeleri yoktu. Haremin, selâmlığın her yanında yerler hasır kaplıydı. Fakat bu hasırlar, dışarıda satılan kalın, kaba türden değildi. Sarı kehribar renkli ve ince örülmüş, halı gibiydi. Onlara baktıkça gözlerimin içi gülerdi.

Geçmiş yüz yıllardan beri hasırcılık mesleği hep revaçta olmuş. İstanbul’da ünlü hasırcılar vardı. Sultanlardan bazıları bile saraylarına özel hasırlar ördürmüşlerdi. Özellikle biri, duvara asılacak hasırlar, köşklerin odalarında cepheye asılan ve sülüs kitabelerle desenlendirilmiş “maşallah” ya da Kur’an’dan âyetler içeren hasır levhalarıyla ünlenmişti…”

Dr. Kâmil Uğurlu

[1] A. Halûk Dursun, İstanbul’da Yaşamak Sanatı, Ötüken 2002, İst.
[2] Hagop Mintzuri, İstanbul Anıları 1897-1940, Tarih Vakfı Yay., 1993 İst.
[3] Hagop Mintzuri, a.g.e.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir