Soğuk bir kış günüdür. Gecenin dondurucu ayazı yanında, bir de hafifçe göğün zikri halinde yere inen kar taneleri vardır. Eskiden şehrin, varlıklıları kış aylarında birbirlerinin evinde konforun ve zenginliğin tadını çıkarmak için toplanır, sohbet ederler ve yatacakları vakte yakın dağılırlardı.
Aşırı zenginliğin, günü gelince sona erecek bir geçici güç olduğunun farkında olan Nuh Naci Ağa,evine dönerken, bir köşebaşında genç bir talebenin elektrik direğinin altında titreyerek ders çalıştığını görür. Durur, bir süre bakar, yanına varıp varmamakta kararsızdır, yürüyüp gidemez; ’bunlar bizim gibi varlıklı insanların hatalarının çocuğudur’ diye düşünür.Öğrenciye yaklaşır; Bir de ne görsün, 17 yaşında kaybettiği oğlu Hakkı’nın adeta kopyası bir genç!Kendisinden haberi yokmuş gibi dersine çalışan çocuğa dakikalarca bakar,içi burkulur, gözleri nemlenir,, ‘ah evladım…’, diyerek onu kucaklamayı düşünür. Sanki o anda, Hakkı mezarından çıkıp gelmiş, bu direğin dibinde titreyerek ders çalışmaktadır. Sonra kendini toparlar ve sorar:
”Evladım ne yapıyorsun burada böyle titreyerek?” Genç başını kaldırır, bir eliyle kitabını tutarken, öbür elini nefesinde ısıtmaya çalışır bir şekilde karşılık verir: “Ders çalışıyorum amca!”
Nuh Naci Ağa, hayretle sormaya devam eder;“Evinde çalışamaz mıydın evladım?” Genç, Nuh Naci Ağa’nın sorusuna umursamaz bir edayla cevap verir: “Evde elektrik yok, lambanın da gazı bitti. Alacak paramız yok. Evdekiler mum ışığında aydınlanmaya çalışıyorlar. Ben de burada ders çalışıyorum.”
‘Kader böyle bir şey galiba’ diye düşünür, çocuğa bir şey demeden başını sallayıp buradan uzaklaşmaya başlar.Gözlerinden süzülen damlaları eliyle silerken, kendi kendine söylenmeden edemez: ‘Zenginliği cüzdanlara hapsederek, kendimizi geleceğe nasıl taşıyabiliriz ki?Ben oğlumu gençlik çağında kaybetmenin acısıyla mı imtihan ediliyorum acaba? Servetimiz yarın mahşerde ateş olup yakamıza nasıl yapışmasın? Bizler, sıcak odalarda, gecelerin keyfini çıkarırken, bu yavrular hayata tutunabilmek için böyle çırpınıyorlar demek ki!..’
Yoksulluğun hüzünlü dili, o gece yakasını bırakmaz. Zenginlik, ölüme doğru yürüyen bir insan için, Allah’ın verdiği bir imtihan alanıdır. Bunun paylaşılarak çoğalacağını anlamıştır Nuh Naci Ağa. Asıl zenginliğin, toplayabildiklerini kontrol etmekle değil, onu yerinde kullanarak, ortak değerler üretmekle elde edileceğinin farkındadır.
Hüznün dili adeta onunla konuşmaya başlar; ‘Zekât niye emredilmiş ki, sadaka niye var ki?’ diye düşünür. Evine dönerken, hemen o akşam yatağına girmeden kararını verir: “Bu tür fakir çocuklar için bir yurt binası yaptıracağım!”
Sabah olur, kararını şehrin yetkililerine iletir, hemen işi koyulurlar. Ana yol üzerindeki lise binasının tam karşısına, bu defa yurt binasının inşaatı başlatılır. Kısa sürede tamamlanır ve 600 öğrencinin kalabileceği bir öğrenci yurdu hizmete açılır. Adı da konmuştur; ‘Nuh Naci Yazgan Köylü Öğrenci Yurdu’ diye.
Buraya köylerden gelen, fakir çocuklar alınır. Bu yurt, neredeyse bir asırdan beri, aynı duyarlılıkla hizmetini sürdürmektedir. Nuh Naci Ağa, yaptırdığı bu binanın kendisine verdiği iç huzuru ve manevi hazla, öylesine coşkulu bir hayırsevere dönüşür ki; 1940 öncesi yıllarda yaygın ve tehlikeli bir hastalık olarak bilinen tüberküloz tedavisi için ‘Verem Hastanesi’ adıyla anılan hastaneyi yaptırır. O da, yetmez; İstanbul Laleli semtinde ‘Kayseri Öğrenci Yurdu’ unu inşa ettirir.
Kayseri’den İstanbul’a okumaya giden üniversite öğrencileri, bu yurtta ücretsiz kalırlar. Arkasından bir cami inşa ettirir ve bir yürek sızısını da dile getirmeden edemez:
“Haramla helal, ikiz kardeştirler. Bir elmanın eşit dilimleri gibi de birbirine benzerler. Hele ‘haram’ denilen aşüfteye, ticarette yakasını kaptırmayan az bulunur. Kaptıran da iflah olmaz. Er geç gelir fitil fitil burnundan. O afete göz koymamak, şeytanın iğfaline kapılmamak için de, peygamber sabrı ister. Mesela, haramla helalin dozunda, tartısında hangisi ağır basarsa, günahın da, odur sevabın da. Hele hele, bir ortak düzeni kurmaya gör, ak koyun da karışır, kara koyun da. Hesaba oturunca, ‘benim payıma düşen haramı, sana bağışlıyorum’ diyemezsin karşındakine. Tatbikatta yoktur bunun yeri. Allah şahidimdir; hilenin kırıntısını katıp karıştırmadım, bilerek, isteyerek hiçbir işime. Ama ,yine de nefis muhasebesine varınca göğsümün bir yerlerinde, kıl çıkıntısına benzer, inceden inceye bir sızı duymuşumdur zaman zaman. İşte; bütün hayır ve hasenatı, bu sızıyı dindirmek için yaptım. Her zaman hamamlar yaptırdım; millet yunsun yıkansın, beden kirini atsın diye. Camiler yaptırdım; millet ruhunu kirlerden temizleyip arınsın diye. Hastaneler, dispanserler kurdum; dertliler, acı çekenler çare bulsunlar diye. Kâbe’yi ipek halılarla donattım, Hacer-i Esved’e yüz sürdüm; içimdeki o ince sızıyı dindirmek için.” (Muhsin İlyas Subaşı, Kayseri’nin Manevi Mimarları, s.298)
Onu, bu gizli dile kulak vermeye sevkeden, dönemin Batılılaşma hastalığıyla ortaya çıkan kontrol edilemez baskılardır. Kendisini başkalarının hatalarına kurban etmek istemeyen bir insanın, gizli bir başkaldırışı olmalıdır, onun bu anlattıkları. Varlığını, hayra, bağışa adamış bir hayırseverin, bilinmeyen macerasıdır bu.
Bugün, arkasındaki nesil, onun adına Nuh Naci Yazgan Üniversitesi’ni kurarak, yüksek öğrenimin hizmetine sundu. Eşi adına yapılan ‘Behice Yazgan Kız Lisesi’, yarım asra yakındır kız öğrencilerimize hizmet vermektedir.
İnsanlar kendilerinden kaçabilirler, ama kaderlerinden kaçamazlar. Kaderi onu böyle bir istikamete sevketmiş, yaşadığı bir yürek sızısı ondaki hayırseverlik duygusunu alabildiğine geliştirmiş ve o, böylelikle unutulmayan hayırseverler arasına girmiştir. 17 yaşında kaybettiği oğlunu, bir fakir çocukta görebilmenin heyecanı, acılı bir babayı sürekli hayır işlerine yönlendirmiş. ‘Ölüm’ü unutmadan yaşamanın farkına varanlar, dünya hayatının sınırlarını anlamakta gecikmezler. Nuh Naci Yazgan, bunlardan birisidir herhalde.
Hemen her şehrimizde, böylesi hayır abidesi şahsiyetler kuşkusuz vardır. Şehirlerin ruhunu katleden, asrın azgınlaşan ihtiraslarına karşı, gönlünü ülkesinin emrine veren ve bu yolla ruhaniyete ulaşmış olmayı, dünyevi zevklere tercih edenler, bu toplumun onur abideleridir. Onlar hiçbir zaman ölmeyecektir! Tıpkı Nuh Naci Yazgan’ın bugün aramızda yaşıyor olduğu gibi!
Muhsin İlyas Subaşı