Cezayir Ne Kadar Da Bizimmiş

Dev bir vazodaki muazzam kuş tüylerini andıran kocaman palmiyeleri, deve tabanları, 8-10 metre boyundaki kaktüsleri, sarmaşıkları, gülleri, bülbülleri ile burası Cezayir’den değil, Cennet’ten bir köşe sanki.

İkinci gece

Tatil günleri Perşembe ve Cuma. Düğünler Çarşamba ve Perşembe günleri yapılıyor. Bir gelin arabasından inerek evlendirme dairesine giden çifte bakıyorum. Cezayir’de bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine mani bir hâl yok. Ayrı yerlerde oturan eşlerin ve çocukların hepsi de meşru. Ancak Berberîler tek eşle evliliği tercih ediyorlar. “Allah, Allah” derken beyaz çarşaflı, zarif bir kadın silueti kaldırımdan geçiyor. Gözleri açıkta ancak burnu, ağzı ve çenesi dantelle çevrelenmiş olan bir peçeyle örtülü. İç bölgelerde mesela Ticaret’de beyaz çarşaf giyen kadınların bir gözü tamamen örtülü imiş, öbür gözü ise kadının asaleti ölçüsünde küçülen bir delikten dışarıyı görürmüş.

Araba Cezayir caddelerinde ilerliyor. Akdeniz’in ayaklar altında kaldığı bir tepeye inşa edilmiş olan muazzam abideye, Makam-ı Şehid’e geldik. 1983 de tamama eren bu abide yukarılarda birleşen üç sütundan meydana gelmiş. Sütunlardan biri kültür, öbürü endüstri, diğeri tarım devriminin sembolü. Her sütunun dibinde Cezayir Kurtuluş Savaşı’nın bir anını gösteren üç Cezayir askerinin heykeli var. Biri bornoslu asker av tüfeğiyle, ikincisi mitralyözlü, üçüncüsü harpten sonraki haliyle Cezayir askeri. Çiçekli, taraçalı, merdivenli, manzaralı bu muazzam abidenin ortasında hiç sönmeyen bir ateş yanıyor. Abideyi biraz mübalağalı buluyorum ama altındaki meçhul asker anıtı salonunda beş vakit ezan ve Kur’an okunması beni duygulandırıyor.

Abideyi terk ediyor ve civarında ona bağlı olarak kurulmuş bulunan Riyad-el-Feth adı verilen sanat ve alışveriş merkezine gidiyoruz. Çam ağaçlarının öbek öbek gölgelendiği parkta “Tedislerden parçaların hem Arapça, hem Fransızcanın olması beni şaşırtıyor. Geleneksel sanatların modern bir anlayış içerisinde sürdürüldüğü bir sergi yerine geliyoruz. Tahta ve çanak üzerine renkli boya ile yapılar süsler, çeyiz sandıkları, levhalar (“Kıyam’ü-l hikme bi’l kalem” yani “Söz uçar, yazı kalır” mealinde bir levha hoşuma gidiyor.), halılar, bakır işleri, Kabil mücevherleri, gümüş ve mercanla süslenmiş halhallar, mahallî kıyafetlerden örnekler, turuncu kadife üzerine altın tel, fıstıkî yeşil kadife üzerine gümüş telle işlenmiş –tipik Osmanlı olduğunu ehemmiyetle belirttikleri- kadın giysileri, futalar, yelekler…

Çamlar arasından tekrar anayola dönüyoruz. Bir Fransız mimarının Kasba’yı (Yani şehrin içindeki eski Türk mahallesini) takliden yaptığı küçük pencereli, aile fertleri arasındaki yakınlığı, mahremiyeti sağlayan apartman bloklarını gerçerek, yine manzaraya hakim bir tepedeki lüks bir saray yavrusuna geliyoruz. Bu güzel villa Fransızlar zamanında gizli siyasi faaliyette bulunan Cezayir milliyetçilerine işkence yapılan bir mekânmış, pencerelerinden gelen inilti sesleri sokağa taşarmış. Hızla uzaklaşıyoruz. “Şehitler Bulvarı” ve “El-Muradiye”. Zineb anlatıyor: Her mahallede bir cami yapma teşebbüsü içindeler. Namaz kılan gençler giderek çoğalıyormuş. Sahiden de sabah namazı için kalın ve köşeli minarelerdeki şerefler ışıl ışıl aydınlanan camiler son safa kadar insan dolu. Kadınlarda da başörtü artıyormuş. Mimar, doktor, gazeteci hanımlar arasında bile varmış başörtülüler. Ramazan çok hissedilirmiş Cezayir’de; Tunus’tan ve Mısır’dan farklı imiş bu yönden.

Cezayir Radyo Televizyon binasını geçiyoruz, 3 radyo, 1 televizyon kanalı var Cezayir’de. Bizden az önce Cezayir’i ziyaret eden Türk Mevlevilerinin gösterisi TV’den verilmiş ve büyük ilgi uyandırmış. Sahiden de kendi memleketimde gibiyim. Cezayir ne kadar bizimmiş ve ne kadar bizim kalmış. Hayret.

Araba eski adı Sen-Jor olan ve İngilizler tarafından Fransızlar zamanında sıcak bir kış geçirmek isteyen İngilizler için inşa edilmiş olan El-Cezair otelinin bahçesine giriyor. Eisenhover Cezayir çıkarmasına bu otelin bir odasında karar vermiş.

Dev bir vazodaki muazzam kuş tüylerini andıran kocaman palmiyeleri, deve tabanları, 8-10 metre boyundaki kaktüsleri, sarmaşıkları, gülleri, bülbülleri ile burası Cezayir’den değil, Cennet’ten bir köşe sanki. Beyaz alçıdan, arabesk desenli tavanı, rengârenk çiçeklerle süslü seramik duvar panoları, sarı-pembe mermer döşeli salonları aşarak lokantaya giriyoruz. Yemekler  ne kadar Türkiye isimli: Çorba, Konstantin bureki (böreği), paşa pastilası ve kuskus. Cezayir’de herkes, zengini de fakiri de kuskus yiyor. Bölgeye ve servet durumuna göre içindekiler değişiyor ama kuskus Cezayirlilerin değişmeyen milli yemeği.

Zineb’in doktora tezini konuşuyoruz: İspanyolcanın Arapçadan aldığı kelimelerin tarihi. 1500 kadar kelime almış İspanyolca Arapçadan. İspanyolca bütün müzekker kelimeler, Arapçada olduğu gibi “el-“ ile başlıyormuş: el-pan (ekmek) gibi. Zinep’le laftan lafa atlıyoruz. İlköğretimden üniversiteye kadar, kadın hoca sayısı çok yüksek. (Oysa mesela Almanya’da kadın profesörlerin erkek profesörlere oranı %4’müş. Garip bir tezat.) Oradan, Cezayir’de büyük şehirlerde hemen herkesin konuştuğu Fransızcanın durumuna geçiyoruz. Bugün Cezayir’de en yaygın iki dil Arapça ile Fransızca. Ancak Fransızlar döneminde Cezayirlilerin anadilleri olan Arapçayı öğrenmek yasakmış. İnsanlara anadillerini kullanmayı yasaklayan bu zihniyet dehşete düşürüyor beni. Cezayirliler eğitim hayatlarına Fransızca ile başlarlar  ve ancak lise 1 de yabancı bir dil öğrenir gibi öğrenmeye başlarlarmış Arapçayı. Bu yüzden anne babalar, çocuklarının Arapçayı öğrenmeleri için gizli saklı, sabah güneş doğmadan ve akşam güneş battıktan sonra, camilere, mescitlere Kur’an ve Arapçayı öğrenmeye yollarlarmış. Cezayir’de bir de yazılı olmayan, sadece konuşulan mahallî diller var: Berberî dili, Mzabih dialekti gibi. Fransızcanın Cezayir’deki etkileri en açık biçimde kendini dilde hissettiriyor.

Mesela Cezayirliler “oruç tutmak” yerine tamamen Hıristiyanî bir tabir olan “faire carême” tabirini kullanıyorlar . Hiç okula gitmemiş, Fransızcayı hiç öğrenmemiş bir Cezayirli kadın gayet tabii bir şekilde (Fransızca) “Sa va” (yani “her şey yolunda”) tabirini veya yanlış bir vurguyla “valâ” (yani “işte”) kelimesini sarf edebilirlermiş. Buna karşılık bir Fransızın da “Vallah” diye yemin ettiği olurmuş. Ne var ki, iki Tunuslu veya iki Faslı kendi aralarında hiçbir zaman Fransızca konuşmadıkları halde, kendi aralarında Fransızca konuşan hatta tartışma yapan pek çok Cezayirli var. (Devam edecek…)

Prof. Dr. Ümit Meriç

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir