Yıllardır yazıyla, şiirle hemhal olan biri olarak söyleyebilirim ki; bazı yazıları yazmak daha yorucudur ve daha fazla zaman alır. Öyle ki, o zaman tahakkuk etmedikçe, eliniz kaleme, kâğıda gitmez, düşünce ufkunuzu saran puslu bir havanın tesiriyle, yazacaklarınızı toparlamak için dolaşıp durursunuz. Rahmetli şair Cahit Yeşilyurt, çok yakın dostu şair İlhami Çiçek hakkında ancak dört yıl sonra bir yazı kaleme alırken, önceleri hiç yazmayı düşünmediğini, çünkü bu vefatın ona çok dokunduğunu, sonrasında artık bazı şeylerin yavaş yavaş yerli yerine oturmasıyla yazmaya başladığını söylerken, o da aynı noktaya dikkat çekiyordu. İşte o vakit gelmeden kelimeler bir türlü toparlanamaz ve kâğıda dökülmez. Yani bunu yapmak elde olan bir şey değildir. Onun içindir ki, şimdi bunu yaparken ben de zorlanıyorum ve söze nereden başlayacağımı kestirmeye çalışıyorum.
Ali ağabeyi anlatmaya nereden başlasam bilmiyorum. Onunla “yaşadıklarımdan öğrendiğim” hangi bir şeyi dile getirmeliyim. Hele de hatırası henüz bütün canlılığıyla dostlarının, tanıyanlarının çevresinde dolaşırken… Yaptığımız sohbetlerin arasına ya bir sözüyle, ya bir düzeltmesiyle ya da yeri gelince anlattığı bir hatırayla misafir olur. Önce gülümsetir bizleri bu durum, ardından yokluğunun farkına varırız ve bir hüzün bulutu kaplar ortalığı… Vefatının üzerinden nerdeyse bir yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, her daim ruhuyla yanımızda yöremizde dolaşmaktadır adeta… Çünkü onu tanıdığımdan bu yana geçen bu kadar yılda (1988-26 Ocak 2022) haftada birkaç kez görüşüp sohbet etme, etkinliklere katılma, seyahat etme gibi daha birçok acı tatlı zamanları paylaşmış olmak, kolayca yazılır, dile getirilir bir şey değil. En iyisi filmi başa sarıp, Ali ağabeyi ilk tanıdığım tarihe geri dönmek, her kareyi yeniden ve dikkatle gözden geçirerek anlatmak, böylece O’nu yâd etmeye çalışmak… Çoğunu anlatmak mümkün olmasa da en azından hafızamda öne çıkanları buraya kaydetmek istiyorum.
1988 yılının bahar mevsimi… İki yıllık aradan sonra Ankara’dan tayinim çıkmış ve TRT Erzurum Radyosunda prodüktör olarak göreve başlamışım. Çok hızlı ve hareketli, arada askerlik olan, birçok imtihandan geçerek başarılı olduğum, ardından da memleketime yeniden avdet ettiğim o günlerde, gece gündüz demeden mesleğin inciliklerini öğrenmeye, bir yandan da hem işim hem de merakım gereği etrafta olup biteni araştırıp, bilgi edinmeye çalışmaktayım. Çocukluğumda başlayıp bu bugüne kadar devam eden okuma alışkanlığıma sonrasında eşlik eden yazma eylemlerim sırasında, ilgilendiğim konular arasına dergiler ve gazeteler de girmişti. Hem zaten bizim çocukluğumuzda ailesinde az çok okumuş birileri olan ailelerin evlerine günde bir iki gazete ya da dergi mutlaka girerdi. İlkokul çağlarımda böyle bir ortamda büyüyor olmam, okumanın önemli olduğuna dair düşüncemin giderek daha da kuvvetlenmesinde ve ardından bunun sürekli hale gelmesinde büyük etkendir. İşte daire içinde ve dışarda bütün bunlara yönelik gerçekleşen koşuşturmaca sırasında, yeni yüzlerle tanışmakta, bunlardan bazılarıyla kurduğum ilişki, zaman içerisinde kuvvetlenerek, dostluğa dönüşmektedir.
1988 yılı sonbaharında o günlerin mahallî gündemini belirleyen, rahmetli Kemal Alyanak’ın sahibi olduğu Milletin Sesi gazetesinde bir seferinde Dr.Ali Kurt’la tanıştım. Ali bey, patoloji uzmanı olmasına rağmen, gazetede köşe yazıyor ve buna da çeşitli gazetelerde ta gençliğinden beri devam ediyordu. İlk anda göze çarpan mesafeli duruş, zamanla yerini vefatına kadar bir daha kopmayacak bir dostluğa bıraktı. Aslında sonradan öğrendim ki, Ali ağabey; Vahit ağabeyimin arkadaşıymış. Bunu da daha sonraları arada bir dile getirir ve derdi ki: “Ben İsmail’den önce abisini tanırdım.” Ve bunu ağabeyimin yanında da söyler ve ardından da o kendine özgü kahkahasını salıverirdi.
Artık ben de ara ara gazeteye uğruyor ve rastladığımda sohbet ediyor, daha doğrusu çoğunlukla o anlatıyor, ben dinliyordum. Henüz birbirimizi tanıma, anlama ve samimiyetimizi test etme anlarıydı bunlar. Ne var ki bu süreç, ezelden birbirini tanıyan ruhlar olarak fazla uzun sürmedi. Kavrayışlarımızla bunu erkenden sezdik ve yıllarca sevgiye, saygıya, vefaya dayalı, temelleri sağlam bir dostluğun temellerini attık. Giderek ne kadar sağlam bir kültürel alt yapıya ve olaylara soğukkanlılıkla yaklaşan bir mizaca sahip olduğunu görüyor ve bundan olabildiğince istifade etmeye çalışıyordum. Kendi alanı dışında; tarihe, edebiyata, felsefeye ve sanata olan yakın ilgisi, bu konulardaki birikimi bazen gerçekten şaşırtıyordu beni. Hatta bazen bu kadar geniş yelpazede dolaşıyor olmasına inanamıyor, ama sonrasında, yetiştiği aile ve arkadaş çevresini düşünerek, bu durumun o kadar da şaşırtıcı olmadığının farkına varıyordum.
Çocukluğu, gençliği ve tahsil hayatı, Atatürk Üniversitesi’nin kuruluş yıllarıyla nerdeyse başa baş giden, bu eğitim ve öğretim yuvasının ilk zamanlarındaki olaylara, insanlara, hocalara tanıklık eden bir geçmişe sahipti. Değişik olayların vuku bulduğu, yurt içinden, yurt dışından, kendi alanının uzmanı kişilerin hocalık yaptığı ve üniversitenin giderek büyüdüğü zamanları onun kadar yakından bilen, bütün bu gelişmeleri ve değişmeleri bire bir gören çok az kişi vardır. Çünkü rahmetli babası Prof. Dr. Ahmet Kurt da Ziraat Fakültesi’nin ilk asistanlarından ve gelecek yıllarda ülkenin eğitim hayatında büyük hamlelere yol açacak adımlara çok ciddi katkılar sağlayan biriydi. Yokluklara ve eksikliklere rağmen, verilen mücadele büyüktü ve bu büyük mücadelenin sonucunda her geçen gün büyüyüp serpilen üniversitede ilk adımlarını atan Ali ağabeyden, o yıllara dair birçok hatırayı dinlemiş biri olarak, o günlerle bugünün mukayesesini daha kolayca yapmamı sağlayacak bilgiler edindim.
Bu arada, okumuş, yurt dışında doktora (ABD) yapmış, bilgisi ve görgüsü artmış, ufku açık, gerçek bir bilim insanı olan babasının yol göstericiliğinde büyüyen Dr. Ali Kurt, öncesinde de şehirle irtibatını hiç koparmamış, bazıları gibi kendini kampüse mahkûm etmemiş, ender kişilerdendi. Daha o zamanlarda, üniversitedeki tanıdıklarının yanında; şehrin sosyal, kültürel ve siyasi hayatını da yakından takip ediyordu. Bütün bu alanlarda olup bitenlerin ışığında, çağın nerelere evrildiğini görüyor, bunun yanında dostluk ve arkadaşlık ilişkilerinin de giderek nasıl yozlaştığını, insanların önem verdiklerinin giderek nelerle yer değiştirdiğini görüp, üzülüyordu. Daha doğrusu şu ki; o asıl bu yanıyla, onlardan ayrılıyor ve kendine özgü, farklı bir hayat çizgisi üzerinde yürüyordu. Çünkü önceki zamanlarda, şehir insanıyla az çok ilişkisi olan insanlar, sonraları en basit ihtiyaçlarını bile bulundukları yerden temin ettikleri için, toplumdan ve şehrin sosyokültürel hayatından uzaklaşıyor, kendi içlerine kapanıyorlardı. Onun için de, yerine getirdikleri görev, sadece akademik alanla sınırlı kalıyor, bu kopuş ve yabancılaşma, şehirde beklenen etkiyi oluşturmuyor, olması gereken değişim ve gelişim bir türlü gerçekleşmiyordu.
Hâlbuki Ali ağabey, bütün bu kalıpları sonuna kadar kıran ve her iki ortamda da rahatlıkla dolaşan, her iki yerde de olan bütün olayları, çalışmaları gören, bilen ve yeri geldikçe katkı sağlamaktan geri durmayan biriydi. Bunun hem onun ve hem de yakın çevresi açısından büyük bir önemi vardı ve hayatına girdiği kişileri etkileme gücü yüksekti. Onunla bir kere konuşan ya da dinleyen kişi, birikiminden, bilgisinden ve hayatı yorumlama yeteneğinden, olaylara ve insanlara bakışından mutlaka etkilenirdi. Yıllarca onunla vakit geçirmiş bir kişi olarak bütün bunlardan kendi payıma düşeni almaya çalıştığımı da rahatlık ifade edebilirim. Dost ve arkadaş çevresini, malına, mülküne, statüsüne göre değil; sanata, kültüre değer verişine ya da samimiyetine göre seçen Ali ağabeyin, bence en büyük özelliklerinden birisi buydu. Yaptığının ne kadar isabetli ve ne kadar anlamlı bir tercih olduğunu vefatında ve vefatından sonra adının geçtiği, hatırasının anıldığı sohbetlerde daha yakından gördük. Devam edecek…
İsmail Bingöl