Herkesin İstanbul’u Farklı

Hazreti Fatih’ten Sultan Reşad’a kadar hemen bütün padişahlar, İstanbul’da adlarını yaşatacak eserler bırakmak için birbirleriyle yarıştı desek yeridir

Dünyanın en güzel yarımadasında kurulan ve asırlarca payitaht olma vasfını muhafaza eden İstanbul, herhalde sevilmeyi ve içinde yaşamayı en çok hak eden şehirdir…

Doğu Roma İmparatorluğu’nu kuranlar da İstanbul’un kıymetini bilenlerdenmiş, O’nu  fethedip İslam dünyasının pâyitahtı haline getirenler de…

İstanbul’un Doğu Roma ve Bizans asırları, bizim mevzumuzun dışında… Zira, fetihten yaklaşık iki asır önce yaşanan Latin İstilası, İstanbul’un Bizanslı kimliğine büyük zarar vermiş. Bizans, bundan sonra bir daha eski ihtişamına kavuşamamış.

Hazreti Fatih’in, İstanbul’u fethettiği zaman, biraz harap bir şehir bulduğunu tarihi kaynaklarda görüyoruz.

Fetih’ten hemen sonra, Ayasofya’nın camie tahvil edilip ilk Cuma namazının burada kılınması, İstanbul’un Müslüman Türk kimliğine bürüneceğinin en büyük işaretiydi. ..

Genç Fatih, ruhunun ve imanının bütün güzelliklerini ete kemiğe büründürmek istercesine, taşa ve ahşaba işleyerek yeni bir İstanbul inşa etmeye kararlıydı. Nitekim, Ayasofya hemen camiye dönüştürülürken, Zeyrek Camii olarak bildiğimiz Pantokrator Manastır Kilisesi de, medreseye tahvil edildi  ve   burada dînî  tedrisât başlatıldı. Bu tarihten sonra, İstanbul’da çok hızlı bir imar faaliyetine girişildi, Bizans’ın, Doğu Roma’nın başkenti, Osmanlı Cihan Devleti’nin pâyitahtı haline getirildi…

Bugün İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün bulunduğu alanda, Fatih’in ilk sarayı inşa edilirken, Hazreti Halid Ebâ Eyyüb’el Ensâri’nin merkadinin bulunduğu yerde, bir külliye inşasına başlandı.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın, 30 yıllık saltanatının 28 senesi İstanbul’un imar ve yeniden inşası ile geçti. Topkapı Sarayı,Havariyyun Kilisesi’nin bulunduğu yere, Fatih Külliyesi ve Camii’nin inşası, Kapalıçarşı’nın inşası ve daha irili ufaklı çok sayıda mimari eserin yapımı, hep Fatih döneminde gerçekleşti…

Fatih’ten sonra gelen bütün padişahlar, devletin içinde bulunduğu iktisadi zenginliğe de uyumlu olarak, her tepeye bir cami veya külliye inşa etmeyi atalarının yolunda gitmenin gereği olarak kabul ettiler….

En muhteşem eseri ise, 46 yıllık saltanatıyla Cihan Devleti’de en uzun süre iktidarda bulunan Kânûnî Sultan Süleyman Han inşa etti. Çağında yetişen Mimar Sinan’ın dehasıyla birleşen Osmanlı’nın iktisadi gücü, Süleymaniye Külliyesi gibi ölümsüz bir eserin ortaya çıkmasına vesile oldu.

Hazreti Fatih’ten, Sultan Reşad’a kadar hemen bütün padişahlar, İstanbul’da adlarını yaşatacak eserler bırakmak için birbirleriyle yarıştılar desek yeridir…Zira, İstanbul, fethi müjdelenen bir şehir olduğu için Osmanlı Sultanları tarafından Mekke, Medine ve Kudüs gibi kendisine hürmet edilen bir belde idi. Üsküdar’ın Harem denilen semtinden yola çıkan Surre Alayları’nın, birbirine bağladığı bu şehir, Kabe-i Muazzama ve etrafının adı olan Harem’e bağlanmıştı.

Bu derece kıymetli bir şehre yakışan eserleri inşa etmek, elbette iman sahibi her padişahımız ve devlet adamlarımız için büyük bir ideal olarak var olmaya devam etti…

Ecdadın, dünya hayatına bakışıyla, İslam’a hizmet anlayışı arasındaki farkı en iyi ortaya koyan görüntülerden biri de, onların yaşadıkları evleri ekseriyetle ahşaptan inşa ettikleri halde, ibadethaneleri ve devlet binalarını taştan inşa etmiş olmalarıdır.

Bunda, zaman zaman İstanbul’da  meydana gelen zelzelelerde yıkılan taş binaların sebep olduğu can kayıplarının önüne geçmek düşüncesi de etkili olmuştur denilebilir.

Ancak İstanbul’un , Osmanlı asırlarında, ahşap ve taş mimarinin zirve eserlerinin, uyumlu bir terkip halinde, insanımızın ruh dünyasının, gönül dünyasının zenginliğini  yansıtan güzellikler sunduğunu da söylemeliyiz.. ..

Süleymaniye ve Sultanahmed Camileri gibi, devâsâ eserlerin  yanı sıra, sivil mimari diye adlandırdığımız, küçük ahşap binaların inşasında dahi, insanımızın imanının ve hayata İslami bir zaviyeden bakışının  tezahürlerini görürüz.

 Şimdi gelelim yazımızın başlığına… İstanbul’da yaşayan milyonlarca insan için; belki bir o kadar daha  İstanbul vardır.  Zira, günümüzde her insan, kendi yetişme ve kültür anlayışına göre İstanbul’u tanıyor ve/veya seviyor…

İstanbul’da tahsil gördüğümüz ve gazetecilik yaptığımız 33 yıl boyunca, İstanbul’da doğup büyümüş öyle insanlar tanıdık ki, Süleymaniye Camii’ni hiç görmemiş,  Ayasofya’yı bir müze olarak gezmiş ve bu mabedin, tarihinde nelere şahit olduğunu hiç merak bile etmemişti.

Hele İstanbul’un diğer camilerini, medreselerini, sebillerini, çeşmelerini, kütüphaneleri hiç görmeden İstanbul’da yaşadığını zannetmişti…

Demek ki; İstanbul’u tanımak, İstanbul’da yaşayanların inançlarına, yetiştikleri çevreye, aldıkları eğitime göre, değişen bir husustu.

Lise yıllarında, bir hocamdan duyduğum sözün mânâsını, bu tür insanları tanıdıktan sonra daha iyi anladım.

“İstanbul’a uzak olmaktansa, yakın olmak, yakın olmaktansa, uzak olmak daha iyidir” cümlesinin mânâsını, İstanbul’un içinde yaşayıp, bu şehrin tarihinden, kültüründen, sunduğu medeniyet imkânlarından habersiz olanları ve İstanbul’un dışında ve uzakta yaşayıp da, şehrin tarihini, kültürünü, medeniyetinin zenginliğini, arada bir gelip gören ve hayran kalan insanları anlatıyordu.

Zaman zaman, memlekete gelip gittiğimizde, yolculuk esnasında yanımızda oturan insanlarla sohbet etmeyi severim. Birçok yolculukta, İstanbul’a gezmek için geldiğini söyleyen insanların, daha çok şehrin eğlence merkezlerine gitmeyi tercih ettikleri üzülerek görür ve onlara İstanbul’un tarihi eserlerini görmelerini tavsiye ederdik.

Tarihle, İslami değerlerle alakası zayıf  insanların İstanbul’un ruhuna ne kadar yabancı  olduklarını, bilmem söylemeye gerek var mı? Bu durumu  zaman zaman üzülerek müşahede etmişimdir…

Herkesin ‘kendi İstanbul’u olduğunu farkettiğimiz zaman, İstanbul’da yaşayan milyonların içinde, İstanbul’u  hisseden, gören, öğrenen ve yaşayan insanların, çok da fazla olmadığını anlıyor insan.

Hayatı boyunca,Topkapı Sarayı’na,  Galata Mevlevihanesi’ne, Yahya Efendi Dergahı’na gitmeyen benzer yerleri görmeyen ve bu eserlerin manevi havasını teneffüs etmeyen, eski mezar taşlarını okumayan/okuyamayan, o yazıların güzelliğini fark edemeyen milyonlarca insanın, gerçekten İstanbul’da yaşadığına inanmak çok zor…

‘Şehir’ ve ‘kültür’ her zaman yan yana gelemiyor, bir arada bulunamıyor demek ki…

Bir çok insanımız, yaşadığı şehrin,İstanbul’un  farkında olmadan hayatını tamamlıyor, bu güzel şehirden geçip gidiyor.

İstanbul’u eğlence mekânlarından, içkili balık lokantalarından, para kazanmak için, eviyle iş yeri arasında gidip gelmekten, Boğaziçi’nde yatla tur atarken içmekten ibaret zannedenlerle, İstanbul’un Müslüman -Türk kimliğini hücrelerine kadar hissedenlerin İstanbullulukları arasında, yerden yedi kat gökler arası kadar fark vardır…

 2010 yılı, İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti kabul edildiği bir yıldı ve o sene yapılan faaliyetler, İstanbul’u daha iyi tanımayı/tanıtmayı hedefliyordu. O yıl yapılan bir takım faaliyetler, sınırlı da olsa bir farkındalık oluşturmuştur. Ancak İstanbul öyle bir yıla değil, yıllara, on yıllara sığdırılamayacak bir şehirdir.

Cumhuriyet döneminde bilhassa 1960’lı yıllara kadar, İstanbul’un  nasıl tahrib edildiğini görmemek için kör olmak lazım.

Şehrin müslüman Türk kimliğini, ortadan kaldırabilmek maksadıyla ellerinden gelen her şeyi yapanlarla, yeni caddeler açmak için tarihi eserleri gözünü kırpmadan yıkanların, netice itibariyle niyetleri dışında hiçbir fark yoktur…

Osmanlı’nın asırlar boyunca nakış nakış işlediği cânım İstanbul, bu eller tarafından perîşân edildi. Kurtulanlar ise, uzun yıllar bakımsız bırakıldı. Birçok medrese, yüzlerce yıllık eğitim faaliyetlerine son verilmesinin ardından sarhoş yatağı oldu.

Bütün bu acı gerçekleri hatırlatmak, birilerinin hoşuna gitmiyor.

Kaybettiğimiz aslında İstanbul’un güzellikleri değil. İnsanımızın bizzat kendisi… Zîrâ her nesil, şehre kendi ruhunu aksettiriyor.

Yok olan İstanbul, yok olan insanımızın eseridir .

Ekrem Kaftan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir