İstanbul’u Tanımadıkça Kendimizi Bulamayız

Boğaz bana daima zevkimizin, duygumuzun büyük düğümlerinden biri gibi gelmiştir. Öyle ki, onun külçelenmiş mânâsını çözdüğümüz zaman büyük hakikatlerimizden birini bulacağız sanmışımdır. Bu bir hayâl olabilir…”Ahmet Hamdi Tanpınar

Tanpınar’ı okurken  “zengin bir suda yıkanmanın hazzı”nı duyarız. Bir şelalenin altından güneşte parıldayan suyun som zerreciklerine bulanarak hülyalı bir zaman diliminden geçiyormuşçasına veya “çiçeklerle dolu bir sandal”ın masmavi akışındaymışçasına bir hisse kapılırız Tanpınar’ın satırlarında. Kelimeler ki onun satırlarında ayrı ayrı renklerde kıymetli taşlar gibi kendi parıltılarını gösterir. Eski bir şapkadan ya da ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görme kabiliyeti olan Tanpınar, “ağaçta kuş sesini” duyan, “suda aydınlık” gören adamdır…Tanpınar’ı okumak, “bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi” yaşamaktır. “Medeniyet bir bütündür.” diyor Yaşadığım Gibi’de. Müessesleri ve kıymet hükümleriyle beraber inkişaf eder.” Tanpınar, medeniyete sadece maddî ve mânevî üstün nitelikler, üstün değerler olarak bakmaz; medeniyetin her zerresine bir estetik problem olarak bakar; estetik, sanat, felsefe problemi… Tanpınar’ın eserlerinde masalsı geçişler vardır. Tıpkı masallarda olduğu gibi hiç solmayan güller arasında, berrak havuzların başında bülbül sesleri, gül ve yasemin kokuları, serin su şıkırtıları içinde geçer zaman. Saat sesleri şadırvandaki su seslerine karışır. Onun insicamlı cümlelerinde Herat tezhipli büyük kitap cildi, mosmor bir bulut parçasına dönüşür ve bir ağacın kökü bu kitap cildinin tezhipleri arasında güneşe çıkar.  “Bu ağacın kökü, orada, ufukta ince bir Herat cildinin tezhipleri arasında kıpkırmızı kavsi, bu altın oyunlarını gittikçe daha derin şekilde aydınlatan, her an eritip yeniden kendi fantezisine göre güneşteydi.” (Huzur, s.116)  Çöken bir imparatorluğun son demleri… Güneş ufukta kızıldan kızıla bürünürken Şark medeniyeti, son cengini veriyor, kendine yabancılaşıyor. Bize ait olanların reddedildiği, inkâr ve talan edildiği süreçte eskinin sönmekte olan güzelliğinden, içi sızlaya sızlaya son badesini içiyor Tanpınar.  ..“Mezarlığın ortadan kalkması, o canım yazılı, işlenmiş taşların; musluk taşı, ayna taşa, radyatör rafı gibi şeyler olması da beni o kadar üzmüyor.” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 58)…İnsan nasıl üzülmezdi ki… Boğaz’da küçük camili, bodur minareli sevimli köyler nasıl da siliniyordu birer birer. Lüleleri bile insana serinlik duygusu veren, ferahlık şerbeti sunan, ayna taşları kırık çeşmelerin suyu artık akmıyordu. Artık ahşap tekkelerin avlusunda keçiler otluyordu. İskele kahveleri şimdilerde ahir çayını mı demliyordu?…İnsan nasıl üzülmezdi ki… Büyük büyük çınarlar; davullu, zurnalı pehlivan güreşlerinin izleriyle dolu boş meydanlar etrafa hüzün eliyordu. Gün batımında ateşten kavisler çizen ışığın panjursuz pencerelerde hareli bir kumaş gibi dokunduğu ve son ışık oyunlarını gerçekleştirdiği bu yalıların belki de hepsi, tek tek modern apartmanlara dönüşecekti. Nasıl üzülmezdi insan? İçinde kaynayan bir ironi vardı; dışa vurmak için sabırsızlanan:

“Bu gidişle birkaç yıl içinde modern mahalle kurulacak! Ben artık modern adamı, modern mimariyi, modern konforu seviyorum.” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 58…Modernleşirken şehirden eksile eksile ölen geniş mezarlıklar… “Şehrin ortasında bir mezarlık eksik diye bu yaşımda oturup ağlayacak değilim herhalde.” diye devam ediyordu ironiye. …“Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder. Hem ne oluyor kuzum, kendi hayatımızı mı yaşayacağız yoksa ölüleri mi bekleyeceğiz?” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 58)…Yitip gitmekte olan bu sanat eserlerine, bu geçmiş günlerin muhayyel hatırasına hayranlıkla bakarken bir taraftan da kendi mazisini seyrediyordu. Bu öyle bir hatıraydı ki, hafızasını kaybeden adamın hem bağrında saplı bir hançer hem de ömrünün son altın bahçesiydi…“Hafızasını kaybeden adam nasıl artık kendisi değilse, cemiyet de mazisini unutursa veya bu mazi fikrini vuzuhundan mahrum ederse, öylece kendisi olmaktan çıkar.” (Mücevherlerin Sırrı, s. 239)..Hayata, muhite, şehre, zamana; kültür, sanat, felsefe perspektifinden bakan Tanpınar, bu unsurları sarraf titizliğiyle altın gibi eritip onları eserlerinde bin bir nakışlı mücevhere dönüştürüyor… Huzur’da renkler, ışıklar, gölgeler, sesler, kokular ve şekillerden çizilen bir dünya kuruyor. Kâh realist kâh sürrealist İstanbul’u resmediyor ressam hüneriyle. “Genç kadın, eliyle panjursuz bir pencereyi göstererek:..“Bakın, dedi, nasıl hareli bir kumaş gibi dokunuyor… Son kavisler… İşte bir tane daha, sanki akan bir yıldız gibi. En güzeli bu kavisler… Işıktan bir riyaziye…” (Huzur, s. 117)… İstanbul manzaralarıyla eski musikimiz birleşiyor, görüntüden, ezgiden ve hayâlden bir harita gittikçe büyütülerek çiziliyor. “Karşı kıyıyı saran ışık dalgası, mûsîkinin son akisleri halinde sallanıyor. (Huzur, s. 116)…  “Kanlıca’daki akşam saatlerine, Kandilli yokuşuna, Boğaz sabahlarının o acayip ışık oyunlarına dağılan bu hayaller, İsmail Dede’nin nağmelerinin kendiliğinden büründükleri renkli, narin ve devamsız şekiller ve çehrelerdi.” (Huzur, s. 275)….İnsan niçin severdi eskiyi? Tanpınar gibi yarı ömrü yitik zaman izinde geçen Mümtaz;

-Kim bilir, demişti, belki de çocukluğumuzda maziden gelen her şeyi inkâr ettiğimiz için eskiyi bu kadar seviyorum.” (Huzur, s. 158)

“İstanbul, İstanbul” diyordu Tanpınar. İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız. Her fırsatta sahafları, müzayedeleri, antikacıları, Kapalıçarşı’yı, Bedesten’i gezdiği gibi Üsküdar’ı geziyor, Mümtaz ve Nuran’ın şahsında. Bir medrese avlusunda soluklanıp, bir çeşmenin kitabesini okuyarak, şehitliklerden, taş lahitlerden geçerek…

“Ertesi gün Rum Mehmet Paşa Camii ile Ayazma Camii’ni ve Şemsi Paşa taraflarını yayan dolaştılar. Birkaç gün sonra Selimiye Kışlasının etrafında kızgın güneş altında başıboş gezdiler.”(Huzur, s. 168)…İstanbul! Bitmez tükenmez hazine! Bir yanında Ayasofya, Sultan Ahmed, Bayezid. Öbür yanında Süleymaniye! Ve işte Sultan Selim, Yeni Cami gibi etrafındaki her şeye kendi nizamını kabul ettiren ah şu saltanat eserleri… Bir diğer yanında şehrin mahremiyetinde adeta eriyip ona karışmış hissini veren küçük camiler, medreseler, mütevazı çeşmeler… Bunlar kendileriyle değil içlerine girdikleri terkiple güzeldiler.

“İstanbul, büyük mimari eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehridir. Hatta iç İstanbul’u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük tecridin kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik hal ile yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserlerdir.” (Beş Şehir, s. 146)

İstanbul mahallelerinin asıl çekirdeğini yapan bu aniden karşımıza çıkan peyzajlar… Sanatın, mimarînin ve tabiatın gündelik hayata karıştığı işte bu köşeler, bizim asıl manzaramız değil miydi?

“Birdenbire hiç beklemediğiniz bir yerde mermer bir çeşme aynası veya kapı çerçevesi, iyi yontulmuş taştan beyaz bir duvar size gülümser. İki servi, bir akasya veya asma, küçük ve üslûpsuz bir türbe yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık orada tatlı bir köşe yapar.” (Beş Şehir, s. 146)

Tanpınar, heyecan tufanıyla her seferinde adeta yeniden keşfediyordu İstanbul’u. İstanbul’un dört bir yanında evvelkilerin füsununu içine çekiyor, eskinin güzelliğin seyrine dalıyor ve düşünüyordu. “Bütün bu insanlar bizden evvel bizim yaşadığımız yerlerde ve bizim yerimize yaşadılar. Umdular, ıstırap çektiler, sevindiler ve bize bu günü hazırladılar. Onların varlığını düşünmek elbette şiirin ta kendisi.” (Mücevherlerin Sırrı, s. 239)..Nuran ve Mümtaz, İstanbul’un semtlerini, Boğaz’ı gezdikçe bize ait olanın zevkine varıyorlar, adeta “geçmiş yılların imbiğinden bir iksiri tadıyorlardı.” Bir kısmı fetih yıllarından bir parça gibi asil bir eskilik havasında yaşayan eserlerdir. Hepsinde ağacın, suyun, taşın geniş ilhamlı bir ruh gibi insanla konuştuğu hissediliyordu. “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. (…) Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.”..“Bir gün beraberce Üsküdar’ı gezdiler. İlk önce vapuru iskelede beklememek için Mihrimah Camiini dolaştılar, sonra Üçüncü Ahmed’in annesinin camiine girdiler.” (Huzur, s. 168)…“Elbisem çok eski olsun… Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin.” diyen Nuran ve Nuran’ın varlığında kendi varlığını bulan Mümtaz… Hülya adamı Tanpınar’ın varlığı ise Mümtaz’da hayat buluyor. Nuran ve Mümtaz dolaşıyorlar; Beylerbeyi, Anadoluhisarı, Emirgân, Çengelköy, Vaniköy, Kanlıca, Kandilli, Büyükdere, İstinye…“Her şeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu tarih içinde kendi kokusuydu, ne kadar bizdik. (Huzur, s. 127)

Yahya Kemal’le birçok gezileri olmuştur Tanpınar’ın. Tıpkı roman şahısları gibi canı sıkılınca Surlarda dolaşırlar, nefes almak için Boğaz’ın Anadolu kıyısında gezerlerdi. “Boğaz garip, içli aksisedaların diyarıydı.” Bazen ikisi, bazen de birkaç dostla beraber İstanbul içinde sık sık yürürdü. Huzur’da ise Boğaz’a bir tatlı huzur almaya geliyordu iki âşık. Mümtaz için huzur kâh Nuran’da kâh Boğaz’da idi. Büyülenmiş iki kişi… Burada sanki her şey insanı kendine çağırıyor, burada her şey insanı kendi derinliğine indiriyordu. Çünkü burada terkibi idare eden şeyler bizimdi, manzara- kalabildiği kadar- mimari, hepsi bizimdi.

“İlk önce aşağıya, Beylerbeyine doğru indiler. Sonra tekrar geldikleri yoldan geriye döndüler. Anadolu Hisarını, Kanlıca’yı geçtiler.” (Huzur, s. 122)

Niçin Boğaz’da en basit şeyler bu denli güzeldi, niçin insanı kendi içine topluyordu burası? Tıpkı Hint şalı gibi renkli, ağır yahut işlenmemiş mücevher parıltılı besteler gibi. Ve ansızın içinin derinliğinde o bestelerin hüznünü duyuyordu Nuran. Niçin? Niçin? Çünkü;..“Nuran, Sultanîyegâhın, mahûrun, segâhın, ikliminde mahpustu.” (Huzur, s. 276)

Nuran mı? Hermin kürkler, mücevherler, yâkutlar, en lüks otomobillerle bolluktan ürkmüş devrin kadınlarına benzemiyor. Nuran mı? “Kandilli’de oturuyor Nuran, 1937 senesinde yaşıyor, zamanın elbiselerini giyiyor, hiçbir elbise ve hüviyet değiştirmeye hevesi yok.” ..Her fırsatta İstanbul’da sahafları, müzayedeleri, antikacıları, Kapalıçarşı’yı, Bedesten’i gezen Tanpınar, Mektuplar’ında şehrin terbiyesinden söz ediyor. “Bir şehrin terbiyesi daima medeniyetin terbiyesi ve yaşama üslubudur.”diyor. Eski İstanbul’u tüm canlılığı ve içten içe kaynayan yüzüyle realist bir ressam gibi gözler önüne seriyor: …“Ah eski İstanbul, İçten içe kaynaşan hayatıyla, durmadan çarpışan ihtiraslarıyla, kin ve sevgileriyle, birdenbire coşan nefretleriyle, kaynayan sular gibi içten dönen ve derinleşen dolaplarıyla, daima kızdırılmış bir kaplan atılmağa, parçalamağa hazır ocaklarıyla, tekkeleriyle, esnafıyla, o kadar parça parça, dağınık göründüğü halde istediği gün, sokakta, çarşıda, meydanda birdenbire birleşen, acayip ve korkunç bir mahlûk gibi halka halka büyüyen, genişleyen, okyanuslar gibi homurdanan, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan, devirip altüst eden, kadını erkeğini tamamlayan halkıyla her türlü canlılığın üstünde canlı şehir.” (Mahur Beste, s. 44)

Tanpınar’ın nazarında, bir İstanbullu gündelik hayatında bulunduğu yerden İstanbul’un başka semtini, başka tarafını özler. …“Göztepe’de, hışırtılı bir ağaç altında bir yaz sabahını tadarken küçük bir ihsas, teninizde gezinen hiçten bir ürperme veya gözünüze takılan bir hayal, hatta birdenbire duyduğunuz bir çocuk şarkısı sizi daha dün ayrıldığınız bir Boğaz köyüne, çok uzak ve değişik bir dünya imiş gibi çağırır, rahatınızı bozar. İstanbul’da işinizin gücünüzün arasında iken birdenbire Nişantaşı’nda olmak istersiniz ve Nişantaşı’nda iken Eyüp ve Üsküdar behemehâl görmeniz lâzım gelen yerler olur. Bazen de hepsini birden hatırladığınız ve istediğiniz için sadece bulunduğunuz yerde kalırsınız.” (Beş Şehir)

Leyla Yıldız

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir