İstanbul’un Musikî Sesleri -1-

Dimitri Kantemir çok değerli bir müzik ustası. Türk Müziğine yaşadığı sürece hizmet etmiş bir insan, Kantemir’den bazı hatıraları burada nakledeceğim…

Güzel İstanbul’umun havasını solumaya başladığımdan itibaren şehrimin bütün seslerini beynimin bir dosyasında arşivleyebilseymişim ne harika bir eser ortaya çıkarmış…Çocuk yaşta duyduğum Cibali Reci fabrikasının mesai başlangıç ve bitiş düdük sesleri, Boğazdan geçen gemilerin düdük sesleri.. Hele hava Sisli ise telaşla çalan gemi düdükleri şehrin merkezi sayılan Fatih Kıztaşı’nda zaman içinde görmeden hayal edebildiğim şehir hareketliliğinin sesleriydi ,ritmiydi…Bazen Rahmetli Emin ağabeyimin çaldığı sazla birlikte söylediği türkülerin nağmeleri sözleri unutulmuş değil…Hele evimizde değerli misafirlerimizin iştirakiyle cemaatle kılınan namazlarda çoğunlukla gene rahmetli Emin ağabeyimin okuduğu ezan ve kametlerin güzel nağmeleri ve usulleri hayatım boyunca orta kulağımın bir tarafında asılı duruyor. Hatta öyledir ki; Bu kulağımda kayıtlı tarzlar bugün herhangi bir başka duyumla karşılaştırıp burayı yanlış seslendirdi notunu iliştirebiliyorum.. Sesler ve musiki benim kültür dünyamda şehirli olmanın temel ögelerindendir. İstanbul’da sokak satıcılarının sesleri ile devam eden İstanbul sesleri kayıtlarını yoğurtçu, dondurmacı, zerzevatçı, saka ve kavun karpuz seslerinin nağmeleri ile yerleştirmişim…Fatih Camiinin hemen yanındaki Taş mektep Fatih ilkokulunda ilkokulu okurken o yılların önemli hadiselerini ve seslerini de unutamam…Hadiseler bugün dahi tartışılan konulardan ABD yardımı süt tozundan yapılmış sütleri bizlere içiren öğretmenlerimiz…Ses ise ilkokul 3 ten itibaren okulumuz baş muavini Kemanî bir öğretmenimizin müzik derslerimize girip bizlere kemanla müzik dersi vermesi…İstanbul’da yetişen  bir çocuğun bu sesleri ve bu kültürü alması elbette çok değerliydi…İlkokuldaki müzik korolarında yer almam ayrı bir kazançtı.. İHO Orta okula başladığımda Müzik öğretmenimiz bize nazariyatı öğreten hatta eserlerin notalarını usul olarak bize ezberleten çok kıymetli bir hocamızdı…aradan nerdeyse 60 sene geçtikten sonra bile o ezberlediğimiz eserlerin notalarını 3 yaşında torunuma okuyup oyuncak org ile çalmasını öğretmiştim ( do do mi mi sol sol mi fa fa re re si si sol….)

İstanbul’un iç sesleri elbette çocukluktan itibaren yerleşir zihinlere, birde musikisi vardır, buda zamanla o sesin peşinden gidersiniz yada o ses sizi takip eder…Hoşlanırsanız kopamazsınız… Eğer sağlığım elveriyor ise bir öğlen  vakti Sultanahmet camii ile Ayasofya Camii kebir arasına ilişiverir müezzin efendilerin çifte ezan okumalarındaki o muhteşem düeti İstanbul’un en kalıcı sesi olarak pasını sildiririm kulaklarıma, Yada Üsküdar Meydanında Mihrimah Sultan camii ile Valide-i cedid camii arasında aynı hazzı duymak için çeşmenin başında oturur gözlerimi kapatırım…

Cami musikisi imamlık ve müezzinlik vazifelerine bağlı olarak Kur’an-ı Kerim kıraati ile ezan, salâ ve ilahiler olan çeşitli formlardan oluşur….İbadete ve camilere davet maksadıyla okunan ezan en önemli formdur. Makamların insan ruhu üzerindeki etkileri ve insanların farklı vakitlerde farklı etkilere açık oldukları vakıasından yola çıkılarak, ezanlar farklı makamlarda okunmuş ve müezzinin musiki bilgisi, ses terbiyesine bağlı ama neticede serbest icra edilmiştir. Ezan okumalarının oluşmasında her biri aynı zamanda, hanende, sazende ve bestekâr olan saray müezzinlerinin büyük etkisi bulunmaktadır. Özellikle Osmanlı İstanbul’unda farklı makamlarda beş vakit okunan ezanın değişik tertipleri içinde en yaygın uygulaması şudur:  Sabah ezanı sabâ, öğle ezanı uşşak/bayatî, ikindi ezanı hicaz, akşam ezanı segâh, yatsı ezanı rast makamlarında okunur. Cuma namazında ilk sünnet kılındıktan sonra hatip, minbere çıktığında okunan iç ezan da öğle ezanı gibi bayatî veya uşşak makamında icra edilirdi. Bazı uygulamalarda öğle rast, ikindi uşşak, yatsı hicaz; bazılarında da öğle hicaz, ikindi rast, yatsı uşşak tertibi de görülmekteydi.

Biraz önce heyecanımı yazdığım, çifte ezan muhabbetimin formu da: Birbirine yakın iki camide veya çok şerefeli camilerde müezzinlerin ezanı karşılıklı okuması bu adla anılmıştır. Çifte ezan, İstanbul’da bilhassa selatin camilerinde uygulanır. Günümüzde mikrofonların da etkisiyle bazı selatin camileri dışında artık terk edilen bu icra tarzında müezzinler, şerefelerden birbirlerini dinleyerek ve musiki nağmeleri bakımından tamamlayarak, çifte ezan okurlar, dolayısıyla seslerde de karışıklık yaşanmaz, dinleyenleri âdeta mest eden bir düet ortaya konmuş olur….Tıpkı Sultanahmet -Ayasofya-i kebir ile Mihrimah ve valide-i cedit gibi camilerde…bazen de Fatih Camiinde Minareler arasında  çifte ezan okunur…Musiki ile Camideki sesli uygulamalar bize İstanbul’umuzun herşeyi sanatla özdeşleştirdiğinin sembolleridir…SAL  da böyledir;  İlahi emre uygun olarak Peygamber Efendimizi hayırla anmak maksadıyla ona salavat getirilmesi Osmanlı kültüründe minarelerde yüksek sesle salâ okunmasına yol açmış ve bu önemli bir uygulama hâline gelerek; sabah salâsı, Cuma salâsı, Perşembe geceleri okunan salâ, bayram salâsı, cenaze salâsı gibi isimlerle anılan formlar doğmuştur. Osmanlı İstanbul’unda kandil gecelerinde de salâ okunması önemli bir gelenekti. Sabah ve cuma ezanlarından önce okunan salâ dilkeş-hâverân makamında, cenaze salâsı ise hüseynî makamında icra edilmekteydi. “Dilkeş-hâverân Sabah Salâsı” diye bilinen ve pek yaygın olarak okunan salânın bestesi Hatip Zakirî Hasan Efendi’ye (ö. 1623) aittir…Musiki ve sanat bizim İstanbul’da yaşayan şehirlinin hayatının önemli bir parçasıdır.. Sanatın Allah’ın “cemal” sıfatının bir tecellisi olduğu anlayışı, İslam dünyasının olduğu kadar Osmanlıların da gelenekli sanatlara bakış açısının temelini oluşturmuştur. Musiki de Hz. Muhammed’in(sav), ses musikisini önemsemesiyle ilgilidir. Nitekim ezanı, sesi güzel olan Hz. Bilal’e okutmuş, Kur’an-ı Kerim’in güzel sesle ve bir kurala dayanarak ahenkle okunmasını tavsiye etmiştir. Türk dinî musikisinin en önemli formları da Osmanlı kültüründe ortaya çıkarak kemale ermiş ve günümüze intikal etmiştir…Ezanı okuyan müezzinin Musikiyi iyi bilmesi gerekir hatta bu konuda imtihana tabi tutulması önemlidir…Yoksa bugün bir çok cami ve mescidde okunan ezanların bu kültürden uzak olması nedeniyle dinleyenleri zarf mazruf hikayesi günaha da sokmaktadır…

Sultan II. Mahmud Han dönemi bir ramazan gecesi sarayda, Enderun usulü teravih namazı kılınıyordu. Sultanın da cemaat içinde bulunduğu bu namazda; Kazasker Zeynelabidin Efendi hünkâr imamı, Dede Efendi ise sermüezzindi. Cumhur müezzinler ise Dellalzade, Şakir Ağa, Mutafzade, Eyyubî Mehmed Bey’di. Teravih namazının son dört rekâtında usul gereği müezzinler acem-aşiran makamında salavat-ı şerife okudular. İmam Efendi, namazı aynı makamda kıldırmaya başladı. Ancak makamın sonunda karar perdesini acem-aşiran yerine, iki perde altta bitirdi. Bu şekilde makam o güne dek pek kullanılmayan ferahfezâ makamına dönüştü. Âdet üzere acem-aşiran makamında ilahi okumaya hazırlanan Dede Efendi, makam son anda değişince kısa süreli bir şaşkınlık yaşadı. Çünkü ferahfezâ makamında o güne dek hiç ilahi bestelenmemişti. Ancak Dede Efendi, Yunus Emre’nin “Şûride vü şeydâ kılan yârin cemâlidir beni” güftesini, imam efendinin son selamından sonra irticalen, besteli bir ilahi gibi usule uygun bir şekilde ferahfezâ makamında terennüm etti. Hepsi musiki dehası olan talebelerine de dönüşlerde kendisine eşlik etmesini işaret etti. Namazdan sonra diğer birçok Osmanlı padişahı gibi kendisi de musikişinas olan Sultan II. Mahmud, Dede Efendi’yi takdir etti ve ferahfezâ makamının ihyasını rica etti. Bundan sonra Dede Efendi, ferahfezâ makamında bir klasik takım ve ardından meşhur Ferahfezâ Ayini’ni bestelemiştir…Ferahfeza ayinini çok beğenen sultan ,Dede efendiye bir madalyon ile  Bugün Kumkapı’da Dede efendi evi olarak bilinen konağı hediye etmiştir.

Sayın Ersu Pekin, İstanbul Tarihi ansiklopedisinde kaleme aldığı maddede şu ifadelere yer verir.; <“İstanbul musikisi” deyimini ilk kez -galiba- neyzen üstat Niyazi Sayın’dan duydu bizim kuşak. O da, “baba” diye hitap ettiği Mesut Cemil’den almıştı, sanırım. Mesut Cemil, babası hakkında yazdığı kitabında Tanburî Cemil’in (ö. 1916) hayranı ve koruyucusu Yanyalı Ferik Mustafa Paşa’nın (ö. 1904) oğlu Mahmud Demirhan’ın 6 Haziran 1947 tarihli mektubuna geniş bir yer vermiştir.> Mahmud Demirhan der ki:  … Bence bizimki ne Türk musikisi, ne Şark musikisi, ne de hududu ve mefhumesi içine dergâh, enderûn ve meyhane giren Osmanlı musikisidir. Bu, benim görüşümle ve ihtisâsımla ancak İstanbul musikisidir; kökleri ve unsurları ile melodilerini bu güzel şehrin, cennetpâre İstanbul’un o emsalsiz şafaklarından, mehtaplarından, tulû ve guruplarından ve her tarafı saran aşk ve zarafet tecelliyatından alıp bizi esirî bir istiğrak içinde bayıltan bir musikidir ki, bunu da başaran büyük Tanburî Cemil’dir.

Tanburî Cemil Bey, III. Selim dönemi (1789-1807) üslubunu benimsemiş, o dönemin özlemini çeken bir müzisyendi. Bir yandan da zurnacı Arap Mehmed’den etkilenerek öğrendiği zurnayla çaldığı havalar, beri yandan Apokaries zamanında meyhanede Adalı çalgıcılarla birlikte, lavtasıyla katıldığı kalamatianólar İstanbul halkı arasındaki müzikle de ne denli ilgili olduğunu gösteriyor.

Cemil Bey, müziği değiştirerek aktaran yaratıcı icracılardan biri, İstanbullu bir müzisyendi. Birçok plağa kaydedilen icralarıyla Cemil Bey, bu tarihsel sahnede, kentin çevre kültürlerinin müzik üsluplarını da içinde barındıran birikimiyle III. Selim dönemi Osmanlı müzik üslubunu günümüze taşıyan müzisyen figürünü temsil eder.

Meşâirü’ş-şuarâ’yı yazan Âşık Çelebi de, şair Tâcîzade Cafer Çelebi’nin (ö. 1515) evinin her zaman dostlarının ve rindlerin sığınacak yeri olduğunu, ilim irfan sahibi arkadaşlarıyla her gece meclis düzenlediğini,  Osmanlı seçkinlerinin meclislerinde seslendirilen yapıtlarla meclise katılanlar (ehl-i meclis) arasında kurulan etkin ilişki, müziğin ölçütlerini de belirledi. Önceleri meclisin olmazsa olmaz gereklerinden olan müzik -edebiyatın çekiciliğiyle de olsa gerek- daha sanatlı (musanna‘) eserlerin bestelenmesi, icra edilmesiyle sürekli yenilendi. Meclisteki zürefadan herhangi biri bestecinin yapıtındaki ya da icracının taksimindeki o güne dek duyulmamış bir nağmeyi, makamın işlenişindeki bir yeniliği derhâl fark ederek takdir edecek bilgi ve zevke sahip olmuştu.

FATİH ÇARŞAMBA SEMTİNDE FENERE İNEN  YOKUŞTA, Çocukluğumda Kuran kıraati öğrendiğim ve hatim indirdiğim Mesnevihane Camiinin önünden aşağı kıvrılan yol üzerinde tarihi bir yapı ve bahçesi uzun zaman ilgimi çekmişti ..Araştırma yaptığımda buranın Moldovya prensi Dimitri Kantemir’in sarayı olduğunu öğrenmiştim.. Halâ da dikkatimi celbeden bu mekânın tarihte kullanıcısının ilginç hikayesini öğrendim..Bu tarihi hikaye başka bir bahiste anlatacağım hikaye olarak bir yerde dursun..Dimitri Kantemir çok değerli bir müzik ustası.Türk Müziğine yaşadığı sürece hizmet etmiş bir insan, Kantemir’den bazı hatıraları burada nakledeceğim…

Dimitrie Cantemir (Kantemiroğlu, ö. 1723), Türk müziğinin sözcükler arasındaki oran ve ölçü bakımından herhangi bir Avrupa müziğinden daha mükemmel olmasına karşın, anlaşılması güç olduğu için dünyadaki en büyük sarayın bulunduğu Konstantinopolis kentindeki müzisyenler ve müzik sevdalıları arasında bile bu sanatın esasını anlayan ancak üç-dört kişinin bulunabildiğinden söz etmiştir. Kantemiroğlu’nun adlarını saydığı müzisyenler: Osman Efendi (Kasımpaşalı Koca Osman Efendi) ve onun öğrencileri Hafız Kömür, Buhurcuoğlu (Buhurîzade Itrî), Memiş Ağa, Küçük Müezzin (Mehmed Çelebi), Tespihçi Emir; her ikisi de Kantemiroğlu’nun hocası ve her ikisi de Rum olan mühtedi Kemanî Ahmed ve Ortodoks Angeli; Çelebiko lakabıyla bilinen Yahudi bir sazende; Türklerden Derviş Osman (Nâyî Osman Dede), Kurşuncuoğlu, Taşçıoğlu (Taşçızade Recep), Sinek Mehmed ve Bardakçı Mehmed Çelebi, Kamboso Mehmed Ağa, İstanbullu bir Rum soylusu olan Ralaki Eupragiote, Hazinedarbaşı Davul İsmail Efendi ve Hazinedar Latif Çelebi. Bir kısmı hocası, bir kısmı öğrencisi, bir kısmı tanıdığı olan bu müzisyenlerin müziği bilen birkaç kişiden birileri olduğu belli. Toplumun seçkinlerinin de aralarında yer aldığı bu müzisyenler, Kantemiroğlu’nun da içinde bulunduğu bir çevreyi ifade ediyor olmalıdır. Moldovya Prensi Kantemiroğlu, babası Moldovya voyvodasının Osmanlı’ya karşı siyasi girişimlere kalkışmamasını garanti etmek üzere “konuk” olarak İstanbul’da tutuluyordu. Kantemiroğlu’nun meclislerine İstanbul’un yüksek tabakasındaki kişilerin katıldığını söyleyebiliriz. İstanbul gibi büyük bir kentte böyle çeşitli “entelektüel” çevrelerin varlığını veri olarak alınca, yazıyla değil de sözlü gelenekle, meşk yoluyla insandan insana, kuşaktan kuşağa aktarılan müziğin de değişik üsluplarla taşındığını görebiliriz. Bunun gibi XVII. yüzyılda Hâfız Post Mecmûası’nda, yapıtlarının güfteleri yazılı çağdaşı İstanbullu bestecilerin belli bir müzik halkasını oluşturduğu konusunda kanıtlar var. III. Selim döneminde bir müzisyen (neyzen ve giriftzen musahib Said Efendi) Mevlevî şeyhinden devlet kethüdasına pek çok Osmanlı seçkininin meclisine katılmıştı:…kibâr-ı meşâyih u ‘ulemâdan Beşiktaş Mevlevihânesi şeyhi el-hâc Yûsuf Dede Efendi ve Yeni Kapu şeyhi ‘Abdü’l-bâkî Dede Efendi ve Kâsımpaşa Mevlevihânesi şeyhi Şemsüddîn Dede Efendi ve Kerestecizâde Nûri Dede Efendi ve meşhûr Velî Efendizâde Emîn Mollâ ve Şemsüddîn Molla ve devlet kethudâsı İbrâhîm Nesîm Efendi ve sır kâtibi Ahmed Fâ’iz Efendi ve Halîl Paşazâde mâbeynci Ahmed Muhtâr Beğefendi ve re’îsü’l-ettibbâ Behcet Efendi ve nakîb’ül-eşrâf Sıddîk Molla Efendi ve e’imme-i kirâmdan Tatar Hâfız Ahmed Kâmil Efendi ve Cennet Filizi ‘Abdü’l-kerîm Efendi ve Dürrîzâde ‘Abdullah Molla Efendi ve Keçecizâde ‘İzzet Molla Efendi ve şehremîni Hayrullah Efendi ve meşhûr Hâlet Efendi ve ‘urefâ-yı meşhûreden Nu‘mân ‘Amuca ve Hâtif Efendi gibi zurefânın encümen-i ülfetlerinde…

Bu dönemin İstanbul Musiki çevrelerine biraz ara verip, zamanı ileriye sarıyorum.. Son devrin musiki erbablarından biraz bahsedip, Konuyu bilinen İstanbul musikişinaslarına bırakmak istiyorum…

İSTANBUL’DA KIRAATHANE KÜLTÜRÜNDE MUSİKÎ

16.yüzyılın ortalarında İstanbul’da ilk kez kahvehane açıldı. Bu kahvehaneler İstanbullu Müslüman erkeğin ev, cami ve işyeri dışında toplumsal ilişkiler kuracağı sohbet mekânlarıydı. Tarihçi Peçuyî (ö. 1649?) İstanbul’da ilk kahvehanenin Tahtakale’de 1554 yılında açıldığını yazıyor. Peçuyî, “Keyfe mübtelâ bâzı yârân-ı safâ, husûsâ okur yazar makûlesinden nice zurefâ cem‘ olur oldı. Ve yirmişer otuzar yerde meclis turur oldı. Kimi kitâb ve hüsniyât okur, kimi tavla ve şatranca meşgûl olur, kimi nev-güfte gazeller getürüb ma‘ârifden bahs olunur” diyerek yeni açılan kahvehanelerle İstanbul’un toplumsal yaşamına ilk kez canlı bir iletişim mekânının katılmış olduğunu göstermiş olmaktadır. O kadar ki “bir-iki akça kahve-bahâ” vererek edilen “cem‘iyyet sefâsı”na memur adayları, kadılar, müderrisler, işsiz güçsüzler, yüksek mevki sahibi kimseler, hatta imamlar, müezzinler, düzmece sufiler katıldılar. Kahvehaneler, XVI. yüzyılın ortalarından başlayarak XIX. yüzyılın “tulumbacı kahveleri”, “çalgılı kahveler”, “semai kahveleri” denilen kahvehanelerine dek, İstanbul’da müziğin bir diğer mekânı olmuştur.

Cumhuriyet dönemi Türk musikisinin ustalarından çokça isim arzedilecektir bu satırların devamında, hatta bazılarınıda karekod okumasyla sizlere dinleteceğim.. Bu yazı için sembolik olarak İstanbul’u terennüm eden 4 eser ve 4 isim sizlere takdimimdir:

Yahya Kemal Güftesi, Münir Nureddin bestesi: Nihavent eser- “Kandilli Yüzerken Uykularda..”

Yahya Kemal güftesi: “Kalamış ‘ı” Münir Nureddin Bestesi Timur Selçuktan dinleyelim.

Yahya Kemalin Güftelerinden:  Şekip Ayhan Özışık Bestesi Orhan Veli güftesi “ İstanbul’da Boğaziçinde”

Bestesi ve Güftesi Alaadin Yavaşça’ya ait “Boğaziçi şen gönüller yatağı.”      

(Devam Edecek..)

Mehmet Kâmil BERSE

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir