Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanması üzerine, Mersin, Anadolu’nun ilk işgale uğrayan yerlerinden biri olmuştur. Mondros Mütarekesi’nin yedinci maddesi gereğince, sözde ‘huzur ve güvenliği sağlayacakları’ iddiasıyla Mersin, 17 Aralık 1918’de İngiliz ve Fransız kuvvetleri tarafından işgal edildi. İşgali takiben Anadolu’nun işgale uğrayan diğer yerlerinde olduğu gibi, Mersin’de de sıkıntılı, acılı ve üzüntülü günler başladı. Öyle ki şehit kanlarıyla sulanan Türk bayrağının asılması yasaklandı.
İşgal yıllarında Türklerdeki silahlar toplanırken, Ermenilere silah dağıtıldı. Bundan sonra rüşvet, soygun, zulüm, işkence ve cinayetler birbirini izledi. Adliye, gümrük, tapu, posta-telgraf gibi daire müdürlüklerine de kendilerine hizmet edebileceğini düşündükleri kimseleri atayan Fransızlar, vatanseverleri cezalandırırken; basın yoluyla propagandaya önem verdiler. Kendilerine yerli yardakçılar ve ajanlar buldular. Büyük toprak sahiplerinin, yörenin ileri gelenlerinin ve tüccarların can, mal ve kazançlarına göz diktiler. Fransız destekli Ermeniler, Türk kasabalarına, köylerine ve evlerine baskınlar yaptılar. Türklerin evleri soyuldu, yakıldı; para ve değerli eşyaları gasp edildi. Hakaretlere uğratıldılar; yaşlı, kadın ve çocuk gözetilmeksizin öldürüldüler. Hayat o kadar zorlaştı ki, neredeyse yaşanmaz hâle geldi.
Hatıralarında Mersin’in işgaline ayna tutan Ahmet Hallaç, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 1919-1922 yılları arasında Mersin Belediye Başkanlığı yapmıştır. Daha doğrusu; işgalciler onu kendilerine yardım eder düşüncesiyle başkanlığa getirmiştir. Fakat beklentileri karşılık bulmamış, Ahmet Hallaç’tan umdukları gibi yararlanamamışlardır.
Hallaç, Millî Kuvvetlerin yiyecek ihtiyacının sağlanmasına katkılarda bulunmuş, istihbarat sağlamıştır. Ahmet Hallaç’ın o zor zamanlarda gönüllü yiğit savaşçılarımıza faydaları saymakla bitmez.
Bir gün, Fransızlar odun kestirmek üzere bir müfreze göndermeyi kararlaştırırlar. Ahmet Hallaç, vasıtasıyla bu müfrezenin geleceği yeri ve zamanı öğrenerek pusu kuran Millî Kuvvetler, bu Fransız müfrezesini topyekûn yok ederler. Dağdan bekledikleri odunu sağlayamayan ve baskın olayı nedeniyle Ahmet Hallaç’tan şüphelenen Fransızlar, odun ihtiyaçlarını gidermek için, bahçesindeki ağaçları keserek Ahmet Hallaç’ı cezalandırırlar.
Rivayete göre, Mersin’e çok kıymet veren Mustafa Kemal’in bindiği aracın lâstiği Ulukışla’da patlar. Mersin Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti bir lâstik temin eder fakat göndermek konusunda sıkıntı çeker. Ahmet Hallaç, Karaduvarlı Ahmet Çalış aracılığıyla ve bir saman çuvalı içinde lâstiği Karaduvar’a gönderir. Gudubes Kalesi’ndeki bir Millî Kuvvetler müfrezesine teslim edilen lâstik, Millî Kuvvetler tarafından Ulukışla’da Atatürk’e ulaştırılır. Bunun üzerine, vefalı bir insan olan Atatürk, Ahmet Hallaç’a bir teşekkür mektubu gönderir.
Ahmet Hallaç deyip de geçmemek lazım. O, Fransızların, Türk Millî Kuvvetlerine karşı giriştiği İkinci Su Bendi Savaşı öncesinde, harekâta geçecekleri haberini göndererek, Millî Kuvvetlerin Fransızları yenmesini sağlamıştır. Böylelikle önemli bir engel aşılmıştır.
Yine aynı Ahmet Hallaç, birkaç kez, Mersin Fransız İşgal Komutanı tarafından yazılı emir getirdikleri halde, Ermenilerin bayrak asma konusundaki yoğun ısrar, baskı ve tehditlerine rağmen, isteklerine karşı çıkmış, Ermeni bayraklarının Mersin’e asılmasını önlemiştir. Bunun ne kadar zor bir iş olduğunu barış zamanlarında anlamak hiç de kolay değildir.
Ahmet Hallaç, Mersin Batı Cephesi Millî Kuvvetler Komutanı Yüzbaşı Emin Arslan (Resa) aracılığıyla Kızılay’a dört yüz lira yardım ve Emin Arslan’a bir at göndermiş. Kendisini takip eden ajanları vasıtasıyla, bunu öğrenen Fransızlar, evinde yaptıkları aramada, Emin Arslan’ın gönderdiği iki teşekkür mektubu ile Mustafa Kemal Atatürk’ün bir fotoğrafını bularak Ahmet Hallaç’ı ve oğlu İbrahim’i hapsetmişlerdir.
Ahmet Hallaç’ın verdiği bilgiye göre; kendisi 83 günlük hapislikten sonra, Millî Kuvvetlerin Mersin’e girmesinden bir hafta önce serbest bırakılmış, oğlu İbrahim ise Mersin, Adana, Beyrut ve Cebel-i Lübnan’da bir yıl hapis yattıktan sonra, Ankara Hükümeti’nin çabaları sonucu salıverilmiştir.
Mersin’in düşman çizmeleri altında ezilmesi kabul edilir bir durum değildi. Zira Mersin dik başlı Torosların emzirdiği çocuktu. Onun içindir ki, başta Belediye Başkanı Ahmet Hallaç olmak üzere, kahraman Mersinliler, başı masmavi bulutlara değen Toroslar’ın, Fransız esaretinde olmasını bir türlü içine sindiremiyorlardı. Zira hiçbir ecnebi Toroslar’ı zincire vuramazdı. Karacaoğlan’ların ve Dadaloğlu’ların yurdu sonsuza dek özgür yaşamalıydı.
Mersin düşmana teslim olamazdı, olmamalıydı. Teslimiyet onun şanına yakışmazdı. Çünkü bu aziz toprak şehit kanlarıyla alınmış, yine şehit kanlarıyla sulanmadıkça verilemezdi. Bu düşüncelerle 44 Kuvayi Milliyeci kahraman koca bir tabur Fransız askerine kafa tutmuştu.
Karboğazı ,kızılca kıyamet yaşıyordu. Kuşlar bile, saçaklarda şehrin işgaline ağlıyor gibiydi. Dağların tepelerini, inatçı bir sis çepeçevre kaplamıştı. Yollar, üstünden geçen düşman çizmelerini teper gibiydi. Denizler, küstahlıkta sınır tanımayan düşmanların yüzüne kusuyordu nefretlerini. Acılar yüreklerde, hıçkırıklar boğazlarda düğümleniyordu. Gece, kapkaranlık sırlarını taşıyordu heybesinde. Karıncalar kış demeyip çıkmışlardı yuvalarından. Bu küçük kahramanlar sanki şehit cenazelerine gül suyu taşımak için emre amade bekliyorlardı. Toprak, üstündekilerin sevdasıyla daha bir büyüyordu aşk dolu yüreklerde…
Büyük vatan şairi Namık Kemal’in, bundan yüzyıl evvel dillendirdiği:
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak baht-ı kara maderini?”
feryadına, Mersin’in yaşlısı genci, kadını, kızı, kızanı hep bir ağızdan adeta şu cevabı verir gibiydi: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!”
M. Nihat Malkoç