İlk yurt dışı seyahatimi 2000 yılında Almanya’nın Hannover şehrine yapmıştım. Bir grup arkadaşımla Hannover’de düzenlenen Expo-2000 Dünya Fuarı’na gitmiştim. Turizm firması konaklamak için bize bir Türk ailenin müstakil 3 katlı evinin çatı arası katını ayarlamıştı. İlk gecenin sabahında tuhaf bir tedirginlikle uyandığımı hiç unutamam. Zira İstanbul’da yaşadığım semtte sokaktan veya oturduğumuz binadan gelen sesler, gürültüler olmadan uyandığımız zaman çok az olurdu. Bu sefer bir tuhaflık olmuş bünyemin hiç alışık olmadığı bir şey sanki “sessizliğin sesi” beni uyandırıvermişti. Hemen balkona çıkıp gördüğüm manzarada, bizden çok daha önce uyanmış ve günlük hayatına başlamış olan yeşillikler içindeki müstakil evlerden, bahçelerden ve bakımlı caddelerden oluşan yaklaşık 600 bin nüfuslu bu fuar şehrinde hayat çoktan başlamıştı. Okula giden çocuklar, işlerine giden insanlar gürültüsüz patırtısız bir şekilde hareket halinde idi bu şehirde. Daha sonra pek çok Avrupa şehrini görme imkânımız da oldu. Her şehrin farklı bir kimlik ve karakteri olsa da düzen ve standartlar itibarıyla benzer gözlemleri buralarda da yapmıştım. Şüphesiz çoğumuzun ilk yurtdışı ve özellikle Avrupa’nın “gelişmiş” şehirlerine yaptıkları seyahatlerde buna benzer gözlemlerimiz olmuştur. Avrupa şehirlerinin bu gelişmişlik ve konfora nasıl ulaştıklarını, nasıl hala sürdürülebilir kıldıklarını ise sadece kurallar-standartlar sistemine saygı gösterilmesinden ve denetim mekanizmalarının etkinliğinden ibaret olmadığını, bunun yanında özellikle 15. yüzyılda yapılan keşiflerle hızlanan, araç ve yöntemleri değişse de bugün hala devam eden sömürü endüstrisinin ürettiği maddi güç ile de doğrudan alakalı olduğunu bahsi diğer olsa da unutmamamız gerekiyor. Şehrin sokaklarında dolaşırken yaptığım gözlemlerde dikkatimi çeken belki binalardan çok yollar ve kaldırımlar olmuştu. Kendi ülkemde de benzerleri bulunan asfalt, bordür ve kilitli parke taşları, ahşap, beton veya metalden mamul kent mobilyaları, elektrik direkleri niçin benim ülkemin şehirlerinde de buradakiler gibi düzgün, temiz, bakımlı durmuyordu? Binaları zikretmiyorum bile.
Bunun da ötesinde tarihi karakterin korunduğu, endüstri, ticaret, hizmet sektörlerinin paylaşıldığı, belli büyüklükleri ve nüfusu aşmayan ya da aşmasına izin verilmeyen bu yatay şehirler benim ülkemde niye yoktu? Hani asri olacaktık, modernleşecektik, Avrupalı olacaktık! Hem de yaşanan her depremin ardından tekrar tekrar yüz yüze gelinen deprem gerçeği ile beraber halkımızın neredeyse tamamı bahçeli müstakil evlerde yaşama isteğini de beyan ederken. Özlemini duyduğumuz bu tarz şehirlerin asırlarca bize has en güzel numunelerini ortaya koymuş, ancak son yüzyılda unutturulmuş ve ötekileştirilmiş bu medeniyet tecrübesinin sahibi bir millet olarak yitirdiğimiz bu değerlerimizin ihyası ile yeniden insan ruhunun ve toplumsal barışın, çevre ve tabiatın korunduğu şehir ve mahalleleri yapma kudret ve imkanına sahipken bu nasıl olamıyor? Eğri oturalım ama doğru konuşalım lütfen. Cevabı hepimiz çok iyi biliyoruz. Küresel kapitalizmin boyunduruğu altındaki hayatımızı güden, kadim tecrübe ve inanç değerlerimize sırtını dönmüş bulunan eğitim, kültür, iktisat politikalarının yanında doymak bilmeyen nefsimizin şehirlerimizi, hayatımızı ve geleceğimizi karartmasına daha ne kadar göz yumacağız.
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden”
Vahiy Ve Sünnet’in Rehberliğinde Öncelikle Zihinsel Ve Ahlaki Dönüşüm
Müslüman milletlerin Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’e bağlılıklarının seviyesini gözlemleme imkanı veren, maddi ve manevi unsurların bir arada ortaya çıkıp yaşandığı sosyal mekanların başında şüphesiz diğer medeniyetlerde de olduğu gibi İslam Medeniyeti’nin tezahür ettiği şehirler gelmektedir. Bu tezahürün esas ruhunu teşkil eden ihlas ile riya arasındaki o ince çizgide yüce Rabbimiz Celle Celalühü bizleri “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” ( Kaf Suresi 16. Ayet ) diyerek ikaz etmekte ve kendimizi veya başkalarını kandırıp aldatsak bile O’nu aldatamayacağımızı hatırlatmaktadır. Vahyin ve Sünnet ’in rehberliğinde organize olan Müslüman fertlerin ve sosyal yapının kendini ifade ettiği farklı coğrafyalardaki şehirler, ister ilk kez İslami esaslara göre kurulmuş olsunlar (Kûfe gibi), isterse farklı bir din ve medeniyetin üzerine gelip orayı ihya etmesi ile ortaya çıkmış olsunlar (İstanbul gibi), tüm bu tezahür şüphesiz Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ‘in ve onu tavizsiz tatbik eden Müslüman sosyolojinin ihya edici ve dönüştürücü gücü ile olmuştur. Bu ihya ve dönüşümün hayatta kalması ve ömürlü olması ise tamamen Müslüman fert ve toplumun Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’ e dört elle sarılması ile mümkün olabilmiş, rahatlık, rehavet, gevşeklik anlarında ve asırlarında ise diğer İslam dışı toplumların askeri, iktisadi, kültürel ve sosyal hükümranlıkları ile sonuçlanmıştır (İslam Medeniyeti’nin Endülüs ve Osmanlı tecrübesi gibi). Böylece İslam şehri kurumsal manevi vasfını yitirerek görünürlüğünü kısmen korusa bile gerçekte onu var eden sosyal yaşantısını ve dinamizmini yitirmiş, küçük topluluklar ve fertler halinde ancak kendisini muhafaza edip ifade edebilir olmuştur.
Asırlar boyunca sosyal, kültürel, iktisadi onca badirelere karşı koyabilen Müslüman şehirlerimiz, özellikle son iki yüzyıllık dönemde emperyalizmin iktisadi ve kültürel eylemleri ile vahyi reddeden, ona savaş açan kapitalist batı medeniyeti tarafından adeta teslim alınmış gibi gözükmektedir. Bu duruma düşebileceğimizi ihtar eden, bundan kurtulmanın yolunu da bize gösteren Rabbimiz Celle Celalühü şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.”( Tevbe Suresi 111. Ayet )
Ayette müminler için kâr, kazanç, başarı kavramlarının dünya ile sınırlı olamayacağı, mutluluk anlayışının dünyevî hazlar içine hapsedilemeyeceği fikri, satım sözleşmesi benzetmesinden yola çıkan edebî bir üslûp kullanılarak işlenmektedir. Müslümanların kritik bir durumda bulundukları sırada onları düşmana karşı savaşmaya özendiren bu ayette dahi ölümü ve öldürmeyi göze almanın ancak Allah’ın rızasını kazanma amacını taşıdığı ve Allah’ın huzurunda yapılan bir antlaşma çerçevesinde, yani O’nun koyduğu ilkelere uygun biçimde cereyan ettiği takdirde bir değer ifade edeceğinin belirtilmesi, beşerî ihtiraslar ve dünyevî çıkarlar uğrunda canını ortaya koymanın budalaca bir cengâverlik veya sonuçları dünya hayatıyla sınırlı bir kumarbazlık, bu amaçla başkalarının canına kıymanın da altından kalkılamaz bir vebal olduğunu gösterir. (https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Tevbe-suresi/1346/111-ayet-tefsiri)
Bu Ayet-i Kerime’yi şehirlerimiz zaviyesinden de değerlendirdiğimizde Müslüman insan ve toplumun ihlastan riyaya kayan her eyleminin, bizim zihinsel ve ahlaki duruşumuzun tezahürü olarak ortaya çıkan iyi ya da kötü yöndeki davranışlarımızla beraber şehre de yansıyacağını göz ardı etmememiz gerekir. Bu tezahür, bazen kendini israf olarak, bazen fıtrata aykırı yapılaşma olarak, bazen dünya menfaati ve çıkarlar uğruna tabiata zarar veren eylemler olarak, işlerin liyakatsiz ve ehliyetsiz ellere emanet edilmesi ile ilk depremde yıkılan binalar ve şehir dokuları olarak ortaya çıkabilmektedir. Tabii ki ahlaki çöküntü ile beslenen tüm bu eylemler sonucunda şehrin Müslüman ruhu da yitirilmektedir.
O halde dönüşümün öncelikle nefsin baskısı altındaki ihlas-riya arasında gidip gelen gönüllerimizde ve zihinlerimizde olması gerektiği, ihlas ile hareket edildiği takdirde Rabbimizin razı olacağı dönüşümlerde başarılı olunabileceğini ve bunun fizik mekana yani şehre de zaten ruhunu vereceğini anlamamız, idrak etmemiz ve en önemlisi de gereğini yapmamız gerekiyor. Nasıl ki kul hatasından tövbe edip af dileyebiliyor ve bağışlanma umut edebiliyorsa şehrin de tüm sosyal-kurumsal yapılarıyla tövbe etmesi ve tövbesinde kararlı olması gerekiyor.
Günümüzde özellikle son yaşadığımız Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından, öncelikle insan ve yapı kaybını önleme amacıyla daha kararlı bir şekilde gündemimize aldığımız kentsel dönüşümün, maalesef şehirlerde rant ve menfaat uğruna yapılan onca hatadan dönüşün değil de yasal da olsa bu menfaatlerden taviz vermeden, yerindeki mülkiyet haklarını ve kazanımları aynen koruyarak sağlam, konforlu, mümkünse daha fazlasını talep edebilecek tutumları da barındırdığını görmek hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Zira bugüne kadar özellikle büyük şehirlerde gördüğümüz vatandaşımızın tipik davranışı İstanbul-Fikirtepe örneğinde olduğu gibi maalesef böyleydi. Asıl mesele toplumda neyin marifet, hüner olarak telakki edildiği ve yasal olsa dahi bunun helal ve ahlaki olup olmadığıdır. Bu tamamen sizin, kişinin, ailenin, mahallenin, milletin, devletin nerede durduğu, ayağını, sırtını hangi değerlere dayadığı ile alakalı bir durumdur. Savunduğumuz tüm ahlaki değerlerin bu coğrafyada 1000 yıllık bir zemini ve 1400 yılı aşan bir derinliği bulunmaktadır. Bu durumu Cumhurbaşkanlığı 2014 Büyük Edebiyat Ödülü teşekkür konuşmasında sayın Alev Alatlı şöyle tanımlıyor:
“Oysa, aslolan, hakkın helal edilmesi olmalıydı. Helalleşmek olmalıydı. Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıydı…Çünkü, her yasal hak, helâl değildir…İmar ruhsatı olan bir müteahhit, şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur. Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alıp sümen altı eden bir petrol şirketi de yasal olarak suçsuzdur. Raf ömrünü uzatmak için ekmeğin hamuruna kanserojen madde katan gıda üreticisi, formülü ambalajın üstünde yazdığı sürece suçsuzdur… Tarihin bize öğrettiği, ister en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiş olsun, bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura uğramış, manevi enerjisi tükenmişse, o medeniyeti, ne Birleşmiş Milletler’in tüzüğü, ne Helsinki Beyannamesi, ne AİHM mevzuatı, ne de üstün silâhların kurtarabildiğidir.“
O halde çözüm nedir? Çözümün de ne olduğunu hepimiz, tüp toplum kesimleri, siyasetçisinden sanatçısına, bilim adamından bürokratına, esnafından çiftçisinden müteahhidine kadar herkes çok iyi biliyor. Biliyor ama ah şu nefsimiz ve dünya hırsımız yok mu? Ah şu kısa yoldan dünya nimetlerine ulaşma iştahımız yok mu? Bu uğurda fert ve toplum olarak nelerden vaz geçtiğimizi, hangi değerlerimizi aşındırdığımızı ve en önemlisi de ebedi hayatımızı nasıl tehlikeye attığımızı bir farkına varabilsek. İşte Rabbimiz Celle Celalühü farkındalığımızı arttırmak, bu çözümü tefekkür edip seçmemiz ve uygulamamız için bizi , her birimizi ve toplumumuzu sürekli ilahi tokatlarıyla ikaz ediyor:
“Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de, başka değil, ancak senin gibi şehirlerin halkı arasından kendilerine vahyettiğimiz bir kısım erkeklerdi. İnsanlar yeryüzünde gezip de, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bakıp ibret almazlar mı? İyi bilin ki ahiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve gönlü O’nun korkusu ve saygısıyla dopdolu olanlar için şüphesiz daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”(Yusuf Suresi 109. Ayet)
“Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna ibretle bakmazlar mı? Halbuki onlar kendilerinden çok daha kuvvetli idiler; hem sular, madenler çıkarmak, ekin ekmek, ağaç dikmek için yeri karmış, alt üst etmişler; hem de onu bunların imarından daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri mucizeler, açık deliller getirmişti fakat inkâr edip helâk oldular. Böyle yapmakla Allah onlara asla zulmetmedi; fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.”( Rum Suresi 9.Ayet )
Yapmamız gereken şey çok açık değil mi? Ne bekliyorsunuz daha ey bu ülkenin Müslümanları ? Kuran-ı Kerim’in yaprakları arasında askıya çıkmış imar planı tadilatları mı arıyorsunuz yoksa? Hepimizin bu işte suç ortağı olduğunu bilmiyor muyuz? Hatta bu işin din ile imanla, siyasi tercihle de bir alakası yok. Öyle olsaydı il ve ilçe belediyelerinin meclislerinde ve imar komisyonlarında temsil edilen her parti ve siyasi görüşten meclis üyelerinin bir kısmının şehrin ve ülkemizin bekası için şehri yaşanmaz hale getiren fıtrat ve inancımıza , en azından şehircilik ilkelerine aykırı imar talep ve düzenlemelerine karşı samimi bir mücadele verdiklerine şahit olurduk. Maalesef menfaat ortaklıklarında inancın ya da siyasi görüşünüzün bir önemi yok! Bozacı ile şıracının durumuna düşmüş bulunuyoruz.
Daha önceki yazılarımda da üzerinde durduğum gibi benim bu işin çözümüne dair bir önerim var. Evet bu öneri acı bir reçete de olsa Biiznillah kısa vadede şifaya vesile olacaktır kanaatimce.
Bugün giderek topraktan uzaklaşan ve yaklaşık %80’i şehirlerde yaşayan toplumumuzun geçirdiği dönüşümle beraber şehirleşme ve şehircilik anlayışının, adeta kendini kontrol edemeyen, doymak bilmeyen ve obezleşen insan gibi nefsini tatmin etme hırsı , nasibine razı olamama ve tevekkül etme kabiliyetini kaybederek sınırsız mal edinme hırsını tatmin etme çabasının şehir boyutunda ortaya çıkan bir neticesi olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hırs, tamahkarlık, kanaatsizlik, toplumda adeta obeziteye benzeyen sosyal, psikolojik, ruhsal bir insan hastalığıdır ve tedaviye muhtaçtır. Gelinen süreçte İstanbul vb. şehirlerimizde bireysel obezleşmenin topluma ve şehre tekabül eden, fiziki ve sosyal boyutuyla yani “obez şehirlerle” karşı karşıyayız maalesef. Bu, Müslüman bir toplum için kabul edilemez bir durumdur. Ne yaparsak yapalım, ne kadar imar kanunlarını ve planlarını revize edersek edelim gelinen nokta şehirleşmede başarılı olduğumuzu göstermiyor. Daha önceki yazılarımda da önerdiğim gibi şehir için son çare: “mide küçültme operasyonu(!)”
Mide Küçültme Operasyonu: KANUNLA KAT SAYISININ SINIRLANDIRILMASI
Amacı plan, fen, sağlık ve sürdürülebilir çevre şartlarına uygun yapı ve yapılaşma ile projelendirmeye ve denetime ilişkin usul ve esasları belirlemek, dayanağı 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu olan, Çevre Şehircilik Ve İklim Değişikliği Bakanlığı “Tip İmar Yönetmeliği” maddelerinde parselden yapıya ve yapı elemanlarına, teknik ve hukuki detaylara kadar pek çok detayın ölçülendirilip sınırlandırıldığı, sınırları belirlenmeyen tek hususun ise binaların kat sayısı olduğunu görmemiz gerekiyor.
23.06.1965 tarih ve 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu ile beraber bir parselde birden fazla bağımsız bölüm yapma imkanının getirildiği günden bu yana şehirlerimiz, insanımızın doymak bilmeyen nefsi ile beraber büyümeye devam ediyor. İşte bahsettiğim acı reçete burada devreye giriyor. Kat sayısının ve bağımsız bölüm sayısının imar planlarından yapı ruhsatına kadar tüm hususların hüküm altına alındığı 3194 sayılı İmar Kanunu ve yönetmeliklerinde, en azından konut yapıları için “3 kat olarak” kesin bir şekilde sınırlandırılması. Bu durumda belediye meclislerinde alınan plan tadilatı kararları ile sürekli kat sayısı ve yapı yoğunluğu arttırılan şehirlerimiz için ancak bir ümidimiz olabilir.
Bu sayede obezleşen şehirlerin büyümesi, fiziki ve demografik olarak kontrol altına alınarak konut, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerini çevre şehirlere ve tüm ülkeye yayma imkanı da daha cebri, cazip ve teşvik edici hale getirilmiş olacaktır. Böylece yatay şehir ve bahçeli müstakil evlerde yaşama kültürümüzle beraber çevresi ve tabiatıyla barışık fıtrata uygun şehri de geri kazanma yolunda dikkate değer ve geleceği belirleyici önemli bir adım atmış olacağız.
Cem ERİŞ