Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, Cumhuriyet’le birlikte doğan, 1923’ten beri varlığını başarıyla sürdüren, “hal ve gidiş”ini hiç bozmayan, “Cumhuriyet Çınarları”ndan biridir. Reşit Saffeti Bey (Atabinen), Hamdi ve Ziya Beylerle birlikte, adı o zamanlar “Türk Seyyahin Cemiyeti” olan bu fidanı, Ata’nın himâyesinde “Memleket Bulvarı”na diktiler ve ona baktılar. Suyunu ihmal etmediler. Bakılan, gözetilen fidanlar büyürler ve gölgelerini geçen yıllarla genişletip yeryüzüne sererler. Onların sâyesinde (gölgesinde) insanlar nefes alırlar, bunalmaktan kurtulurlar. Ve altında yeni fidanlar, yeni hayatlar yeşertirler.
Türkiye Turing ve Otomobil kurumu yüzyıldır varlığını kendi çizgisi üzerinde sürdürürken, magazin, reklâm ve dedikodu tezgâhlarına itibar etmedi. Bu, önemli bir özelliktir. Bugün birçok kişi ve kurum, varlıklarını genellikle bu mecralarla devam ettirirler.
Turing ve Otomobil Kurumu, gümrük ve trafik mevzuatında özel yetkiyle görevlendirilmiştir. Bir devlet kurumu gibi çalışır, fakat resmi bir kurum değildir. Uluslararası gümrüklerde, özel adı “Triptik” olan ve gümrük için bir teminat senedi değeri taşıyan evrakı, yurt dışına çıkacak olan araçlara sâdece bu kurum verebilir. Türkiye hakkında bilgileri muayyen (sınırlı) olan bazı gümrük kapılarında bile TTOK logosu itibarlıdır ve ayrıcalıklıdır.
Kurumun triptik hizmetleri dışında da önemli vazifeleri olagelmiştir. Yol yardım servislerini ülkede ilk defa onlar tesis ettiler. Yerli yabancı turistlere kaza, ârıza, acil destek, hastane, sigorta vb. hizmetleri onlar sunuyorlar. Rehber yetiştiriyorlar, kültür varlıklarını onarıyorlar ve tekrar hayata, hizmete dahil ediyorlar.
Devlet bütçesine yük değiller. Aksine yardımcılar, destek oluyorlar. Faaliyetlerinden sağlanan gelirleri, tesis ettikleri “burs sistemiyle” üniversite gençliğinin hizmetine sunuyorlar. Herhangi bir hizibe ağlı olmayacak kadar medeni ve seviyeliler.
Sefatepe’deki kampüste yıllardır her hafta devam eden çağdaş seminer, konferans, atölye ve sohbet toplantılarına ancak, rezervasyon yaptırmak suretiyle dinleyici olunabiliyor. Toplantılar, dünyanın namlı üniversitelerindeki seviyede ve disiplininde cereyan ediyor. Konuşanlar ve dinleyenler, müzakereleri üst seviyede sürdürüyorlar. Toplantılar kayıt altına alınıyor ve yayınlanıyor.
***
Bu uzun girizgâha şunun için gerek görüldü: Geçtiğimiz ay ”Hayata Dair Konuşmalar” yapmak üzere, adaş olan iki konuşmacıyı kampüse dâvet ettiler. Konuklar kampüsün girişinden itibaren, oradaki hayatın ve atmosferin farklı olduğunu hissettiler. Abartısız, saygılı, medeni birçok genç insan her biri işin bir ucundan tutar vaziyetteydiler ve konuşmacı konuklarını neredeyse el üstünde Kurum Başkanının makamına taşıdılar. Konuklar orada ağırlandılar ve sıraları gelince salona dâvet edildiler.
Konuşmalar sırasında konuşmacılar, sarfettikleri her kelimeyi düşünerek telâffuz ettiler. Çünkü her kelime ciddiye alınıyordu ve hesabı sorulabilirdi.
Konuşmalar, programda öngörülen zamanda tamamlandı ve soru-cevap faslına geçildi. Sorulanlar, beklendiği gibiydi, düzeyliydi. Benzer toplantılarda genellikle soru soranlar “kendilerini fark ettirmek ve konuşmacıya katkıda bulunmak” amacını taşırlar. Burada hiç öyle olmadı.
Genç bir hanım öğrenci, konuşmacıya sordu:
“Siz ki, İstanbul’u bihakkın bilen ve onu garezsiz-ivâzsız seven kişisiniz. Karşısına geçip de uzun süre seyrine doyamadığınız bir yer var mı, varsa burası neresidir?”
Konuk konuşmacı tereddüt etmeden cevap verdi: “Îstanbul’un kendisi seyrine doyulamayacak bir sanat eseridir. Fakat siz bu olağanüstü tablonun içinden bir ayrıntıyı soruyorsanız orası da Kız Kulesi’dir. Nedense orası beni farklı etkiler” dedi.
Konuşmacının bu cevabı anlamlıydı ve soruyu soran cevabın derinliğini anladı.
Kız Kulesi, Boğaz’ın girişinde, Üsküdar tarafında, kıyıya yakın (200 m.) denizdeki kayalar üzerine inşâ edilmiş, fevkalâde sâkin ve iddiasız mimarî yapıya sahip, “ağzı var dili yok” hesabı suskun, terbiyeli, gözlerini binlerce yıldır “Tarihi Yarımada”’ya dikmiş, çevirmiş, hâttâ ona kilitlemiş, ellerini önünde kavuşturmuş, yetim ve hüzünlü bir kız çocuğu gibi süzülmektedir. Şehrin gulgulesinden uzakta ve kulakları bu seslere kapalı, Topkapı Sarayı’nda asırlardır devam eden hâdisatı hayal etmekte, hâttâ seyretmektedir. Bazı geceler orada düzenlenen şehrâyine katılmak için, eteklerini toplayıp, önünden geçip giden mısır ve petrol yüklü gemilere yol vererekten, gizlice Sarayburnu yakınlarına sokulan, Gülhane’nin uyuklayan güvercinlerine eliyle “sus” işareti yapan ve Marmara’nın ağardığı vakte dek onları seyreden, sonra yine sessiz ve sâkin, yerine dönüp heykel duruşuna geçen kuleyi bu sebeple telâffuz etmiştir. Ve soruyu soran da cevabı tam bu şekilde anlamıştır.
Kız Kulesi’ni bazan, şehre karışıp kaybolmayan, en uygun yeri seçip, oradan hem Marmara’yı, hem Haliç’i, hem Tarihi Yarımada’yı ve bir “Nehr’i Âziz” olan, benzersiz Boğaz’ı kontrol eden, onların bu çağda aldıkları şekillerden hüzünlenen, aklından “kutlu çağları” hiç çıkarmayan hakîm bir “kızkardeş” olarak betimleyenler de mevcut olabilir.
Ve aslında onlar da haklı olabilirler
Soruyu soran ve onu cevaplayan, hâttâ onları dinleyenler bu kısa soru-cevabı, böyle değerlendirdiler.
Diğer konuşmacı aynı soruya mesleğinin insiyakıyla (yönlendirmesiyle) cevap verdi ve, “Edirnekapı’daki Mihrimâh Sultan Camisidir” dedi. Allah’u âlem, bunu söylerken şöyle düşündü: Bu camideki nisbetler, dolu ve boş alanların armonisi ve ritmi bu kadar açık, net başka bir yapıda zor görülür. Hz. Sinan, hâmisi olan Sultanı için (Mihrümah Sultan) hazır kalıpların hiçbirini kullanmamış, onun için özel tasarımlar geliştirmiştir. Mimarlık dünyasında tektir. Diğer hanım sultanlar için cami yapan diğer mimarlar, sultanlarını memnun edebilmek adına yarı barok, yarı arabesk yollar denerler, süslü, çok renkli çiniler seçeler. Rumi desenler, yuvarlak yumuşak hatlar kullanırlar. Ve bu eserleri o hanım sultanlar da pek beğenirler. Oysa Hz. Sinan, sultanının entelektüel seviyesinin farkındadır. Bu camide çini ve çinilerdeki renkler sınırlıdır. Bezeme, ağırlıkla kalem işiyle yapılmıştır. Harim kısmı insanı basmaz. Aksine onun gönlüne ferahlık verir. İddiasız gibi görünür, fakat gerçek bir şâheserdir. Bunu bağırarak, çığlık atarak ilân etmez. Cami ile ilgili gerek vakfiyesinde, gerekse onarımlarında tutulan kayıtlarında, konuya yakın ustaların (uzmanların) kanaatleri de buna yakındır.
Vakfiyesinde (mealen) “Cenâb-ı Zülcelâl hazretleri dünyayı yaratırken onu “lâtif bir cami” şekliyle binâ eyledi. Gökkubbeyi ona kubbe eyledi. Yıldızlarla bezedi, süsledi. Sultanımızın bu camisi de semâvî kubbesiyle bile yuvarlak bir su kabarcığını andırır. Zirvesinde parıldayan alemiyle sanki nûra garkolmuş bir “Cebel-i Mûsâ (Sinâ Dağı) gibidir…”
Bu caminin adını zikrederken konuşmacı mutlaka bunları düşünerek o cevabı vermiştir. Soru sâhibi ise muhtemelen cevabı böyle değerlendirmiştir.
***
Kurum, hizmetlerinin bir bölümünü ücret karşılığı yapıyor (Triptik hizmetlerinde tahakkuk ettirilen ücret Avrupa’dakilerin yarısı nisbetindedir). Kaynaklarının bir bölümünü triptik ücretlendirmeleri teşkil ediyor. Ayrıca onarıp hizmete sunduğu binaların kira gelirlerini muhasebeleştiriyor. Bazılarını işletmecilere devredip oralardan gelir sağlıyor. Gelirlerinin tamamını üniversiteli gençlerin burslarına ve buna bağlı hizmetlere aktarıyor.
Eğitimine yardımcı olduğu gençlerin her biri şu anda yurdun çeşitli bölgelerinde sorumluluk almış durumdalar. Her meslek grubundan kişinin bulunduğu ve Kurum’a teşekkür eden bu insanların sayısı 1600 kişiden fazladır. Burs hâdisesi bütün heyecanıyla devam etmektedir.
Bu imkândan Devlet Üniversitelerinde okuyan öğrenciler yararlanabiliyor. Öğrenci ailelerinin gerek ekonomik, gerekse sosyal mertebeleri burslar için ölçü olarak değerlendirmeye alınmıyor. Gencin devletine olan nisbeti önemli görülüyor. Sonra eğitim geçmişindeki ”hal ve gidişi” sorgulanıyor. Her genç burada kişiliği teşekkül etmiş saygın bireyler olarak değerlendiriliyor.
Kampüsün ders çaışmak için geniş imkânları mevcut. Nitelikli hocalar burada, öğrencilerin eğitimlerinde eksik bırakılmış noktaları tamamlıyorlar.
Hülâsa, niyeti gerçekten okumak ve memlekette bir işin ucundan tutmak olan herkes burada saygı, ilgi ve destek buluyor.
***
Turizm amaçlı ilk prospektüsleri TTOK hazırladı. Turistik rehber kitapçıkları, ilk afişler, yol haritaları, şehir rehberleri burada hazırlanıp ülkeye dağıtıldı. Arkeolojik kazılara yardım edildi. Turizm enformasyon ofislerini TTOK tesis etti.
Önemli ölçüde restorasyonlar yaptı. Soğukçeşme Sokağı restorasyon ve restitüsyon çalışmaları beğenilen ilk çalışmalarındandır. Galata Mevlevihanesi, Hidiv Kasrı, Yıldız Sarayı Parkı, Bâb-ıâli restorasyonları, Sultanahmet’in kurtarılması operasyonu, Yeşil Ev onarımı faaliyetlerinin bazılarıdır. Kurum Europa Nostra Ödülü sahibidir. Kariye Müzesi yine kurumun hizmetiyle turizme kazandırılmıştır.
Klâsik Türk Müziğine verdiği destek önemlidir. Fasıl Meclisleri, toplantıları, konserleri, Halk Müziği çalışmaları, destekleri, seminerleri devam etmektedir.
Kampüsün dahilinde açık ve kapalı mekânlar programları belirlenmiş toplantılarla dolmakta ve boşalmaktadır. Yemek, ibâdet, kantin hizmetleri, okuma salonları günün her saatinde hizmete açık tutulmaktadır.
Bunların yanında yayın hizmetleri devam etmektedir. Başta turizm ve otomobil olmak üzere memleket kültürü üzerine yapılmış üst seviyeli çalışmalar basılmakta, arşivlenmekte ve kültürümüze kaydedilmektedir. Tarih, arkeoloji, edebiyat, psikoloji, sosyoloji, tıp, mimarlık, mühendislik…çalışmaları, araştırmaları bu yayınların ilgi alanındadır. Donanımlı akademisyenlerin ve uzmanların sık ziyâret ettikleri Merkez Kütüphaneleri, İstanbul’un sayılı kaynak ve dökümantasyon merkezlerindendir.
***
Bu kadar zenginliğe ve geniş muktesebata sahip kurumu, salt triptik ile sınırlayıp onunla anmak büyük haksızlık olur. Nitekim memleketin okuryazar takımının büyük bölümü, kurumu sâdece, yurt dışına araçla çıkarken kolaylıklar sağlayan bir kuruluş olmanın ötesinde tanımıyorlar.
Kurum düzgün yönetiliyor. Başkan Dr. Bülent Katkak, yapılan her faaliyetin içinde ve başında bizzat bulunuyor. Buna bilhassa dikkat ediliyor. Az görülen bir durumdur ve meselenin ne denli ciddi tutulduğunun işaretidir.
Özetle şunu söylemek durumundayız: Memleket kültür ve eğitimine bu mertebede katkıda bulunan ve değer üreten bir kuruluşu bugüne kadar doğru dürüst tanıyamadığımızı itiraf ediyoruz ve bundan üzüntü duyuyoruz.
Son bir not: Yazıda sözü edilen konuk iki konuşmacının biri, muhterem Mehmet Kâmil Berse’dir. Diğerinin de bu fakir olduğunu herhalde anladınız.
Dr. Kâmil Uğurlu