Selimiye Kışlası, tarihimizin önemli mekânlarının başındadır. Burası, birçok tarihi olay için dev bir tiyatro sahnesi olmuştur. Bu büyük sahneye tarihin gözde sanatçıları çıktılar, rollerini oynadılar ve ortalıktan çekildiler. Bunların en ünlüsü Florence Nightingale idi. Sergilediği oyun olağanüstüydü. Bu oyunun ayrıntıları daha önceki yazılarda arzedilmişti.
Onun kadar şöhretli diğer isim, ünlü Zaro Ağa’ydı. Bitlisli bu efsane adam, Selimiye’nin inşaatında çalıştı ve burada çalışırken dikkatleri üzerine çekti. Sonra dünyada şöhretli oldu.
Yine dünyada ün kazanmış, fakat yurt içinde daha fazla şöhret olmuş oyuncu “Kâtib” idi. Adı üzerinde çeşitli efsaneleri düzenlenmiş bu Osmanlı çelebisi de, sahne alanlardan, fakat sahneden inmeyenlerdendir.
Kırım Savaşı devam ederken Selimiye Kışlasında konuşlandırılan İngiliz Ordu Birliklerinden biri, İskoç asıllı askerlerden oluşuyordu. Bu askerlerin eski alışkanlıklarından vazgeçmeyişleri, inatları, etekleri (buna kilt diyorlar) ponponlu askeri takkeleri, örme çopraları meşhurdur. İskoç birlikleri resmi törenlerde kiltlerini giyip meydana çıkınca İstanbul halkı, hele Üsküdarlılar bu durumu garipsediler. Erkeklerin, mini eteğe benzeyen kısa entariler, etekler giymesi olacak şey değildi. Başlarında ponponlu bir bere, önlerinde ise, kucağına tulumu almış, Karadeniz havalarına benzer İskoç havaları çalan mızıka erleri vardı. Yürüyüş esnasında kısa etek havalanır, onu giyen kişinin bacaklarını baldırlarına kadar açıkta bırakırdı. Üsküdarlı bıçkınlar onlara “donsuz asker” adını taktı. Onların merasimlerini seyredenlerin sayısı gittikçe arttı.[1]
Askerlerin yürüyüşleri sırasında bir marş söylemeleri âdettendir. İskoçyalı askerler de bir “Yol marşı” söylüyorlardı. Söyledikleri marşın güftesi elbette farklıydı ama besteleri, “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” türküsünün bestesine tıpatıp benziyordu. Hemen o dönemlerde, bestesi pek hoşa giden bu marşa birileri bir güfte uydurdu ve bizim şimdilerde keyifle dinlediğimiz “Üsküdara gider iken” türküsü ortaya çıktı denilir. Bir rivâyettir. Bu rivâyetin başka çeşitleri de var ve onlar biraz daha gerçeğe yakın duruyorlar.
Ahmed Muhtar Efendi 1800’lü senelerde yaşamış, ehl-i tarik, eli kalem tutar, zarif, Üsküdar çelebiyanından bir zattı. Kalıbı kıyafeti ve davranışlarıyla kadim bir Üsküdarlıydı.
Fakat ondan daha fazla tanınmış ve şöhreti şehri aşmış bir oğlu vardı. Adı, Aziz Mahmud Efendiydi. Babası oğluna isim seçerken, şeyhi Aziz Mahmud Hüdâyi hazretlerinin adında karar kılmıştı.
Aziz Mahmud Efendi, Üsküdar İcra Dairesinde Başkatipti. Son derece yakışıklıydı. Ellerinin ve gözlerinin güzelliği meşhurdu. Fesini başında hafifçe yana eğik tutar, kolalı beyaz gömleği hiç leke görmez, setre pantolonu ve parlak rugan potinleriyle Amerikalıların taptığı yakışıklılık ikonu Rudolph Valentino’nun İstanbul şubesi gibiydi. Tam bir İstanbul seçkiniydi. Bu yakışıklılığıyla çok canlar yaktığı söylenir. Birçok evlilikler yaptı. Naciye, Esma, Seyide Ayşe ve Fatma isimli hanımlarla evlendi. Ve Aziz Mahmud Bey, 56 yaşında vefat etti.[2]
“Kâtibim” türküsünün sözlerini, yani güftesini, Seyide Ayşe Hanım’ın yazdığı söylenir. Bu hanım Aziz Mahmud Efendiyle evlenmeden önce Hasan Rıza Paşa’nın cariyesiydi ve paşanın vefatından sonra Aziz Efendiyle evlenmişti. Okur-yazar bir hanımdı ve Aziz Efendiye meftundu. Bu güfteyi, yani şiiri bir dedi-kodu üzerine yazmıştı.[3]
Bu söylentinin gerçekliği üzerine şüphe yoktur denilir. Çünkü Ragıp Akyavaş’ın söyledikleri şöyle:
“Gazetede bir zamanlar İstanbul’da genç kızların heyecandan yüreğini hoplatan, namına türküler söylenen meşhur “Kâtibim” Mahmud Bey’in resmini gördüm. Boy pos, ense kulak yerinde, dolgun, burma bıyıklar, manalı bakışlar.. O tarihin hakikaten yakışıklı, çapkın erkek tipi. Mahmud Bey bu haliyle, kafes arkasından kendisini seyreden kimbilir kaç kızın rüyalarına girmiş, gönüllerini tutuşturmuştur..”
Türkünün sözleri uzundur. On kıtaya yakındır. Sinan Yılmaz bu uzun şiirin yedi kıtasını tesbit etmiş. İlk ve son kıtalar şöyle:
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur
Kâtibimin setresi uzun, eteği çamur
Kâtip benim, ben kâtibin, el ne karışır
Kâtibime sırmalı ceket ne güzel yaraşır
—
Üsküdar’dan İstanbul’a geçen kayıklar
Kâtibim oturmuş, fındık ayıklar
Kâtip rüyâsında beni sayıklar
Kâtip benim, ben Kâtibin, el ne karışır
Kâtibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır”[4]
***
Selimiye Kışlasının Sultan III. Selim zamanındaki inşaatında, uzun ömrü ile bütün dünyada tanınan Zaro Ağa da çalıştı. Zaro Ağa, yaşadığı dönemde ve hatta öldükten sonra halkın gündeminden hiç düşmedi. Osmanlı’nın son on Sultanını gördü. Cumhuriyetin ilk yedi senesini de idrak edebildi. Allah ona 160 yıl ömür verdi. Yani bir buçuk asırdan on yıl daha fazla. Yeniçeri Ocağında çavuşluk yaparak büyük serüvenine başladı. Ocağın kaldırıldığı sırada onu da boğazlamak için aradılar. Kaçtı ve Ayasofya’nın mahzenine gizlendi. Ocaktaki arkadaşlarının infazına şahit oldu. Osmanlı-Rus Savaşına gönüllü yazıldı. Plevne’de ağır top mermilerini omzunda taşıyarak katırlara yükledi. Vuruldu. Gazi oldu, ölmedi. Bu esnada yüz yaşın üstündeydi.
“Hayatımın en unutulmaz günleri 90’dan sonraki gençlik döneminde yaşanmıştır” derken, şaka etmediğini herkes bilirdi. 1774’te doğmuştu ve 1934’e kadar yaşamıştı. 11 defa evlendi. 36 çocuğu oldu. Torunlarının sayısını Allah bilir. 29 torunun torununu gördü. Çocuklarının hepsi (biri hariç) o hayattayken vefat ettiler. 130 yaşına geldiğinde, 90 yaşındaki oğlu felç geçirdi ve yatalak oldu. Onun bakımını kendisi yaptı.[5]
1930 senesinde, NewYork’un ünlü Broadway caddesinde bir otomobil, dünya tarihinin gördüğü en yaşlı ve en ilginç adama çarptığında, bu haberi gazeteler şöyle duyurdular:
“Şimdiye kadar 11 karısını gömüp, 156 yaşına kadar bir yeri bile çizilmeyen Türk Zaro Ağa, bu gece modern bir Juggernaut altında kaldı ve ağır yaralandı…”
Zaro Ağa kendi memleketinde huzur içinde (Kıt şartlar içinde olsa bile) yaşarken onun aklını çelenler oldu. Amerikalı komisyoncuların (veya organizatörlerinin) önüne düşen Zaro Ağa’nın ahbapları, onun Amerika’ya gitmesi durumunda çok para kazanabileceğini, burada bu paranın yedi sülâlesine yetebileceğini tekrarlayıp durdular ve onun aklını çeldiler. 156 yaşından sonra Amerika macerasına râzı ettiler. Yerli-yabancı gazeteciler onu ayıpladılar. Aslında, gittikten sonra o da pişman oldu, ama, gitmiş bulundu. Onun bu seyahati için garip yorumlar yapıldı. Dendi ki, “Amerikalılar onu bu seyahat esnasında bir sebeple öldürecekler, onun kâlp ve beynini çıkarıp incelemeye alınacak.”[6]
Zaro Ağa 1921’de Fransa’ya, 1925’te İtalya’ya götürüldü. Oralarda onu teşhir ettiler ve bir hilkat garibesi olarak, ücretle halka gösterdiler. Bahçelerde “nadir bir hayvan” gibi, halkın hayret nazarlarına şahit oldu.
Zaro Ağa Amerika’ya gittiğinde aslında bu Fransa ve İtalya tecrübelerine sahipti. Buna rağmen Amerikalıların teklifini kabul etmesi hakikaten ilginçtir. Amerika’da 9 ay kaldı. Döndükten sonra da onu rahat bırakmadılar. O zamanlar Kız Sanayi-i Nefise mektebi yeni açılmıştı. Müdire Mihrî Müşfik Hanım, öğrencilerin devamlı antik heykel ve natürmort resimleri yapmaktan sıkıldıklarını, canlı model kullanmanın birçok faydaları olduğunu söyledi ve Maarif Nezaretinden bir “canlı model” için izin istedi. Nezaret izin verdi. Yaşlı olması ve elbiseleriyle birlikte çalıştırılması kaydıyla “olabilir denildi. Zaro Ağa teklifi kabul etti ve bu zor işe ancak üç gün dayanabildi.
Üç günden sonra onu okula yollayamadılar. Sebebini sordular. O, açıkça fikrini kendi kelimeleriyle açıkladı:
“Aha bilye bilye göz kırpiylar. Sonra başımı, yanağımı okşiylar. Buraya bak, beri bak dirler. Hangisine bahayım bilmirem. Hepsi de huriler gibi. Bir-iki dene olsa ne ise. Emme ben bu kadar kızı nideyim, aha gitmem vallah…”[7]
***
Amerika’dan dönerken Yunanistan’a da uğramıştı ve Yunan Başbakanı Venizelos ile görüşmüştü. Bu arada, dönüş yolu İngiltere’den geçti ve ilk defa uçağa da bindi Zaro Ağa.[8]
Şişli Etfal Hastanesi’ne yattığında 160 yaşındaydı. Vefat ettiğinde dünya gazeteleri duruma geniş yer ayırdılar. Onun ölüm haberini başlıkları üzerinde önemli gelişme olarak duyurdular ve “dünyanın en yaşlı adamına” saygı gösterdiler.
Vasiyetine uyuldu ve Eyüp Sultan’da toprağa verildi.
Böylece, Selimiye Kışlası, yıldızlarından birini daha ebediyete uğurladı, uğurlamış oldu.
Dr. Kâmil UĞURLU
Dipnotlar:
[1] M. Kâmil Berse bu konuyu zarif üslubuyla, kitabı İstanbul Şehrengizi’nde yazdı.
[2] Sinan Yılmaz, a.g.e.
[3] Sinan Yılmaz, a.g.e.
[4] Sinan Yılmaz, a.g.e.
[5] Sinan Yılmaz, a.g.e.s
[6] Sunay Akın, Bir Çift Ayakkabı, İş B. Yay., 2021, İst.
[7] Sunay Akın, a.g.e.
[8] Sinan Yılmaz, a.g.e.