Yolumuz İstanbul’a Düştü -6-

Biz mezarlık kültürümüzü değil sadece; daha doğrusunu söylemek gerekirse, mezarlık medeniyetimizi de unutalıdan beri taşlara hayat veren güzelim insanlarımızla birlikte o muhteşem sanat şaheseri mezartaşlarımız da yok edildi.

İstanbul’a gelişimin 40. yılını kutluyorum. Evet, bundan tam kırk yıl evvel, Burdur’daki üç aylık kısa dönem askerlik vazifemi bitirmiş, Türk Dili ve Edebiyatı tahsili de yapmak için girdiğim üniversite imtihanları neticesinde İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazandığım halde Bakanlıkça İstanbul’a tayinimin yapılması mümkün olmadığından Ordu/Perşembe Çaka-Çaytepe Lisesi’ndeki İngilizce öğretmenliği görevimden istifa etmek mecburiyetinde kalarak İstanbul’a gelmiştim. Bu, aradan geçen kırk yıl zarfında, zamanımın büyük bir kısmı kültür, sanat ve edebiyat üçgeninde gezerek, görerek, dinleyerek ve okuyarak geçmiş olmasına rağmen İstanbul’u maalesef yeterince tanıyabildiğimi söyleyemem. Elimden geldiği, gücümün, zihnimin ve kalemimin yettiği kadarıyla bu seri yazılarımda, İstanbul hakkındaki bildiklerimi, gördüklerimi, okuduklarımı ve dinlediklerimi dergimizin siz kıymetli okuyucularıyla paylaşmaya çalışıyorum. Bu ayki yazımı da özellikle ilgi alanıma giren mezarlıklara ayırmayı uygun gördüm. Aslında bu serinin ilk yazısı olmalıydı mezarlıklar… Zira ilk baskısı 1935’te yapılan, “Tuna’dan Batı’ya” adlı seyahat yazılarını ihtiva eden kitabında, Fransızların, Paris’teki, meşhurların mezarlığı “Le Père Lachaise”i birkaç sayfada çok güzel anlatan büyük kültür ve edebiyat tarihçimiz İsmail Habib Sevük; “Herhangi şehrin mezarlığını gör, o şehrin ne olduğunu anla!” diyor. Bu cümlenin üzerinde dikkatlice durup düşünmeliyiz. “Biz ölüyü iki defa öldürürüz, hem toprağa, hem unutulmaya gömerek.” derken de ne kadar haklıdır Sevük!…   “Eski Türkün Mezarı Vardı”  /“Eski Türk’ün mezarı vardı.” diyor İsmail Habib Bey. Eğer o tarihî mezarlıklarımıza ve kültürümüzün zenginliklerine karşı hâlâ içinizde bir alâka ve merak kırıntısı varsa en yakınınızda bulunan eski bir mezarlığımızın yok edilmekten kurtulabilmiş üç beş şanslı(!) kabrine ve taşlarına bakınız. Daha doğrusu onları British Museum’da, National Art Gallery’de veya Louvre Müzesi’nde bulunan bir sanat şaheseri gibi seyrediniz!.. Sonra onları bir de yeni yapılmış bir mezarla kıyaslayınız!.. Tabi mukayesesi mümkünse!.. Biz mezarlık kültürümüzü değil sadece; daha doğrusunu söylemek gerekirse, mezarlık medeniyetimizi de unutalıdan beri taşlara hayat veren güzelim insanlarımızla birlikte o muhteşem sanat şaheseri mezartaşlarımız da yok edildi!.. Artık bir mezartaşı ustası bulmak bile neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Bu ne hissizlik, bu ne vurdumduymazlık, bu ne ruhsuzluk, bu ne kıymet bilmezliktir!..

“Dağlar Gibi Asırlarımız Var Fakat Mezarlığımız Yok!” / Père Lachaise’de bir mezardaki, “Yurdunda ölene, ölüm ışıklı kanadını gerer” yazısı karşısında İsmail Habib Sevük’ün, acı bir gülüşle bükülen dudaklarından şu ağlamaklı sözler dökülür: “Biz koca Şinasi’nin Ayaspaşa’daki mezarı üstünde apartmanlar kurduk!” böylesine bir vefasızlığa ve tahribata ne denebilir ki!.. “Asrî mezarlık” ifadesi için yapmış olduğu değerlendirme onun bütün yazılarının büyük bir dikkatle okunması gerektiğinin şifresi gibidir: “Ara sıra Asrî Mezarlık der dururuz. Asrî mezarlığı biraz da asırlar yapmaktadır. Dağlar gibi asırlarımız var, fakat mezarlığımız yok!..”

“Yenisi, eskisinden üstün olan şehirler çiğdir.” derken de İsmail Habib Sevük çok mühim bir gerçeğe işaret etmiyor muydu? Artık şimdi maalesef sadece yenileri değil aynı zamanda; görgüsüzleri, kültürsüzleri, edepsizleri, saygısızları, mafyaları, katilleri, tecavüzcüleri, külhanbeyleri, hırsızları, cepçileri, kapkaççıları, esrarkeşleri ve tinercileri hâkim şehirlerimize!.. Hele İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizde yaşamak için değil sadece kapılarınızı; aynı zamanda zarar görmemesi için kalplerinizi, gönüllerinizi ve kafalarınızı da kilitler altında muhafaza etmelisiniz!.. Ne yazık ki mezarlıklarımızdaki tahribat hep süregelmiş ve bir türlü de önlenememiştir. Buna karşı seslerini çıkarabilenlerin feryatları da maalesef yeterli olmamıştır. İstanbul’a geldiğimden beri mezarlıklarımızda gördüğüm bazı acı manzaralar içimde birer onulmaz yara olarak durmaktadır. Dinî değerlerimizi bir yana bırakarak ifade edecek bile olsak; o bakmaya doyamayacağınız güzellikteki hem tarihî ve edebî, hem de sanat ve estetik kıymetteki binlerce mezartaşı ve mezar yok edilmiştir. Oysa onların her biri memleketimizin birer tapu belgesiydiler. Tanpınar’ın, Beş Şehir’inde naklettiği tarihî hâdise de bize her şeyi bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.  Ben mezarlıklar konusundaki her türlü tahribatı; başta devlet adamlarımız, belediyelerimiz, ilgili müdürlüklerimiz, yetkililerimiz, görevlilerimiz olmak üzere üniversitelerimizdeki tarih, sanat tarihi ve edebiyat hocalarının da çok büyük ihmâl, ilgisizlik ve sorumsuzluklarına bağlıyorum. Şayet onlar biraz olsun seslerini çıkarabilmiş olsalardı mezarlılarımızdaki tahribat bu boyutlarda olmayabilirdi. İstanbul’u mahalle mahalle, cadde cadde, sokak sokak, adım adım, mezarlık mezarlık, hazire hazire dolaşarak bize çok kıymetli eserler bırakmış olan İhtifâlci Mehmed Ziyâ Bey’in şu acı tespitleri mezarlıklarımızdaki tahribatların ve yok edişlerin ne kadar eskiye dayandığını da ispatlamaktadır. İnsanın okurken dahi büyük bir hicap duyduğu, yüreğimizi yakan aşağıdaki satırlar için ne kadar gözyaşı döksek yine de azdır: “Bizim kadar mâzîsi hakkında âsâr-ı lâkaydî gösteren bir millet daha yoktur!” “Mâzîsini, onun âsâr-ı ber-güzîdesini, ananâtını istihfâf eden millet kendini mahve mahkûm etmiş demektir.” “İtiraf edelim ki biz, o kerîm ve civânmerd ve marifetpîrâ eslâfin ahfadı, vâris-i medeniyyeleri değiliz. Çünkü kabza-i tasarrufumuza geçen bilâdda ya kadîmen bulduğumuz âsara veyahud eslâfimızın müesser marifetlerine karşı büyük bir lâkaydî göstermişiz ve halen de gösteriyoruz. Bilemiyoruz ki -bu müessir sâlife, bu medeniyet-i sâbıka bir şahsın, bir dâirenin malı değildir. Bunlar bilhâssa kadirşinâsân ahlâfın mal-ı müştereki, mirâs-ı maneviyesidir. Bunların hüsn-i muhâfazasında hepimiz aynı derecede alâkadarız. Bunlara uzatılacak dest-i tecavüzden hepimiz müteessir olarak âvâze-i şikâyetimizi ref etmeliyiz. Çünkü mesûliyetimiz müşterektir. Maziye hürmet müessir-i eslâfa riâyet bir vecibe-i milliyedir.”  “Gözümüzün önünde en güzîde âsâra, mukaddes tanınmış metrûkâta itâle-i dest-i tecâvüz olunuyor da kimse sesini çıkarmıyor ve sanki bu âsârın, bu miras-ı maneviyyenin muhafazasında vicdanen alâkadar değilmişiz gibi mütecâvizîne karşı göz yumuyoruz…”

“Burada da tekrar ediyorum, bizim kadar mâzîsi hakkında âsâr-ı lâkaydî gösteren bir millet daha yoktur!”   “Tarihî olsun veya olmasın bütün mezarlıklar birer âbide hâlinde saklanacak” 1935 tarihli, “İstanbul Mezarlıkları” başlıklı bir gazete haberinden; “Tarihî olsun veya olmasın bütün mezarlıkların birer âbide hâlinde saklanacağını” öğrendiğimizde, “Ah, Keşke mümkün olsaydı!” diyerek esefle boynumuzu büküyoruz. Söz konusu habere göre;   “Dahiliye vekâleti’nin İstanbul mezarlıkları hakkında belediyeye göndermiş olduğu tamimde; İstanbul belediye hudutları içinde bulunan ve tarihî kıymeti haiz olan ve olmayan bilûmum mezarlıkların hüsnü muhafaza edilmesi lûzumu bildirilmiş ve bunun üzerine Belediye Mezarlıklar Müdürlüğü şehir dahilinde bulunan mezarlıkları ehemmiyetine göre tasnif etmeye başlamıştır.”

“Bu iş bittikten sonra mezarlıklar bütçe nispetinde birer birer imar olacak, her ne kadar bunların hiç birine ölü gömdürülmeyecekse de, şehrin umumî plânı icabı bir takım fevkalâde inşaattan gayrı hususlar için belediye mezarlıkları yıktırıp bozduramayacaktır.”  “Yani eski mezarlıklar birer âbide hâlinde saklanacak ve etraflarına eğer mevcut değilse duvar çekilecektir. İmar işleri bittikten sonra Belediye şehri mıntıkalara taksim edecek ve mıntıka dahilindeki eski mezarlıkları mütemadi surette hüsnü muhafaza edebilmek için memur ve bekçiler tayin edilecektir. Senelerden beri mevcut bu gibi mezarlıkların imar işini Beyoğlu, İstanbul ve Üsküdar’da birer asrî mezarlık inşa edilinceye kadar ikmâl edilecek ve bu inşaat tamam olduktan sonra şehrin her tarafındaki ölüler ancak yeni yapılacak asrî mezarlıklara gömülebilecektir.” O tarihlerde ilk asrî mezarlık Beyoğlu’nda Zincirlikuyu’da yapılmaktadır. Hatta bu mezarlığın tam mânâsıyle mükemmel olabilmesi için Belediye İmar Müdürlüğü plânlar hazırlamaya başlamış ve bu hususta Brüksel, Berlin ve Viyana belediyelerinden asrî mezarlık plânları bile istenilmiştir. Devam edecek…

Muhsin Karabay

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir