Yârim İstanbulu mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Yârim sen gideli yedi yıl oldu
Diktiğin fidanlar meyveye döndü
Seninle gidenler sılaya döndü
Bu gurbet türküsünde duymuştum muhtemelen ilk defa İstanbul’un adını, güneşte unutulmuşluğundan pikapta dalgalanarak dönen bir 45’lik plaktan, Nuri Sesigüzel’in sesinden… Çocuk aklımla henüz bu türküyü anlayıp yorumlayabilecek yaşta değildim ama içindeki duyguyu hissedebilecek durumdaydım. Babam Almanya’daydı. Biz üç kardeş anneciğimin kanatları altında büyük bir hasret içinde ayların geçip de babamın tatil için gelmesini bekliyorduk. Karacasu’daki evimizin bol güneşli penceresindeki pikaba koyduğumuz plaklardaki acıklı gurbet türküleriyle geçiyordu günlerimiz.
Orhan Veli’nin İstanbul’unu dinlemeye yıllar vardı daha…
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.
İstanbul’a Geliş Bunca seyahat yazısından sonra İstanbul’daki dostlarım haklı olarak İstanbul’u da yazmamı rica ettiler. Tabi elbette yazacaktım, yazmalıydım ve hele 1983’te gelip yerleştiğim Fatih ilçesinde tam 40. yılımı tamamlamış olmanın bahtiyarlığı ile bu kadim şehrimizi dilimizin döndüğünce ve kalemimizin gücünce yazmak da boynumuzun borcuydu. Kaldı ki eğer dergimiz uygun görürse bu yazılarım en az üç beş sayı devam edecektir. Zira İstanbul’u birkaç sayfaya sığdırmak mümkün değildir. Dolayısıyla elimden geldiğince; tanıdıklarımı, gördüklerimi, duyduklarımı, yaşadıklarımı ve tecrübelerimi bu vesileyle okuyucularımızla paylaşmayı arzu ediyorum. Aslında kırk yıllık bir Fatihli olarak bir Fatih kitabı yazmamı ısrarla benden istediklerinde bunu hemen kabul etmek istememiş ve zaman içinde böyle bir çalışmayı yapabileceğimi söylemiştim. Herhangi bir iddiası olmayan, sıradan, eli kalem de tutan bir okuyucu ve Fatihli olarak okunacak değerde beş on satır yazabileceğime inanıyorum ama bu işi benden çok daha mükemmel yapabilecek arkadaşlarımız, dostlarımız ve hocalarımız var. Şimdi bize de düşen bir görev olduğu düşüncesiyle hareket ederek kalemi elime alıyorum. Gayrı ötesi yayıncıların ve okuyucuların bileceği iştir. Bana kalsa bir yayınevinin yaptığı gibi bütün şehirlerin, kasabaların ve hatta köylerin de eli kalem tutanlarınca yazılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü herkesin anlatacağı, yazacağı ve söyleyeceği şeyler vardır doğup büyüdüğü, yaşadığı şehirler kasabalar ve köyler için. Zaten bunun önemi çok iyi anlaşıldığından biraz gecikmeyle de olsa son yıllarda şehir kültürleri, şehir yazıları, şehir monografileri, şehir tarihleri, şehir dergileri ve şehir bibliyografyaları üzerine birçok yayın yapılmış ve yapılmaya da devam etmektedir. Ayrıca bu sahadaki sempozyumlar da çok kıymetli araştırmalara vesile olmaktadır. Elbette bunlar çok sevindirici çalışmalardır ve her türlü takdirin de üstündedir diye düşünüyorum. Bu hususta özellikle belediyelerimize çok büyük görev düşmektedir. Onların yetki ve sorumluluğu ile bu konularda yapılacak çalışmaların desteklenmesi sayesinde bütün milletçe büyük bir kültür hazinesine sahip olabileceğimizi de hatırlatarak konuya özel bir hassasiyet gösterilmesi hususunda buradan yetkililere seslenip ricada bulunmak istiyorum.
İzmir Buca’dan, Ordu Perşembe’ye
İzmir Buca Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümünden 1980 sonunda mezun olduktan sonra 1981 Ocak ayında Ordu/Perşembe Çaka-Çaytepe Lisesine İngilizce öğretmeni olarak atanmıştım. Karadeniz’e her ne kadar o günlerde hâlâ 12 Eylül öncesinin getirmiş olduğu büyük korkuların, tedirginliklerin ve şüphelerin gölgesinde büyük bir tereddütle gittiysem de Allah’a şükür orada endişelerimin ve korkularımın ne kadar yersiz olduğunu anlamıştım. 12 Eylül 1980 Askerî Harekâtı ile ülkemize hâkim olan barış, huzur ve sükûnet sayesinde hiçbir sıkıntı yaşamadan öğretmenliğime büyük bir zevkle başlamıştım. 12 Eylül öncesinin kan, terör, cinayet, düşmanlık, öfke, yokluk, pahalılıkla; siyasî ve sosyal hayatının büyük sıkıntılarını ve sonrasının da barış ortamını yaşamış birisi olarak burada 12 Eylül Askerî Harekâtına hiç temas etmeyeceğim. Onu tarihe ve tarihçilere bırakıyorum çünkü bu konu hem benim işim değil hem de o, bu yazımın konusu değil. Benimki sadece 12 Eylül 1980 sonrasının ülkemizdeki durumunun tespitini yapmaktan ibarettir. Bundan daha fazlasını akademisyenler, siyasiler ve daha da önemlisi tarihçiler yapacaktır ve yapmalıdırlar da. Ordu Perşembe Çaka-Çaytepe Lisesi’ndeki İngilizce öğretmenliğimi büyük bir zevk, heves ve kendimce başarıyla devam ettirmenin yanı sıra diğer yandan da İstanbul’da yayınlanmakta olan Türk Edebiyatı dergisi başta olmak üzere birçok edebiyat, kültür ve sanat dergisine de abone olmuş; onlarla kültür, sanat ve edebiyat dünyasını takip edebiliyordum. Zaten yıllar öncesinden İstanbul’daki Türk Edebiyatı Vakfı’ndaki Çarşamba Sohbetleri’ni dergiden takip ediyor ve o toplantılarda bulunabilmenin merak, heyecan ve arzusunu duyuyordum.
Bu lisede üç yıla yakın çalıştıktan sonra 1983 yılının yazında üç ay süreli kısa dönem askerlik vazifem için Burdur’a gitmiştim. Bu arada İngilizce öğretmenliğinden memnun olmamın yanı sıra bir de Türk dili ve edebiyatına olan ilgim, merakım, sevgim, tutkum ve daha da önemlisi bir dil öğretmeni olarak kendi dilimin de akademik olarak üniversitede tahsilini yapma arzumdan dolayı tekrar üniversite imtihanlarına girerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü ilk tercihim olarak kazanmıştım. Bütün gayem Türkçe ve İngilizceyi bir arada yürüterek her ikisinde de kendimi bilgili ve yetkili olarak görmekti.
Perşembe’den Burdur’a
İlk anda bazı arkadaşlarım bu benim Türk Dili ve Edebiyatı tahsili yapma isteğimi tam anlayamıyorlardı. Benim adeta alan değiştirmek gibi bir düşüncemin olduğunu zannediyorlardı. Oysa yapmak istediğim şey; diller arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmak ve bir yabancı dilin yanında kendi dilimin de akademik seviyede tahsiliyle öğretmenliğimi de daha mükemmel yapma arzumdan ibaretti. İki aşamalı olan üniversite imtihanlarına girdiğim günlerde kısa dönem askerlik görevimi yapmak üzere Burdur 58. Topçu Er Eğitim Tugayına katılmıştım. O zamanlar üniversite imtihanlarının sonuçları gazetelerin verdiği eklerle de açıklanırdı. Askerdeyken üniversiteyi kazandığımı öğrenince üç aylık askerliğimi tamamlanmak üzereyken bütün maddî sıkıntılarımla birlikte Burdur’dan trene binerek saatlerce süren, çok ama çok yorucu bir yolculuğun ardından İstanbul’a giderek İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne ön kaydımı yaptırmıştım. Komutanımızdan aldığım üç günlük izin ile kaydımı yaptırıp birliğime dönmüştüm. Hatta ben bu üç günlük iznim dolayısıyla herkes terhis olduktan sonra üç gün geç terhis olmuştum. Bu arada askerde bir arkadaşımın İstanbul’da üniversite öğrenimi görmekte olan kardeşine bir mektup yazarak onlarla birlikte kalma işini de halletmiştim. Bazı şeyleri açıkça yazmamın hem bugünkü hem de gelecek nesillere bazı mesajlar verme değeri de taşıdığı için önemli olduğunu düşünüyorum.
Muhsin Karabay