30 Yıl Sonra Semerkant

Dine ait her şeyi yok etme politikası uygulanan o uzun Sovyet yıllarında Şah-ı Zinde, halkın gönlündeki İslam inancının saklanmasında bir kor rolü oynamış, onlara inançlarını hatırlatma işlevi görmüş denilebilir. Bunu, insanların bölgenin adını söylerken gösterdikleri saygıdan hemen anlıyordunuz. Geçen 30 yıl içinde ise Şah-ı Zinde, şanına uygun bambaşka bir yer haline gelmiş.

 Semerkant’a ilk defa 1993 yılında gitmiştim, Sovyetler Birliği yıkıldıktan hemen sonra denilebilecek bir tarihte. O günler, karmaşa günleriydi. Bağımsızlıklarını elde eden cumhuriyetlerin yönetimleri henüz tam anlamıyla teşekkül etmemiş; korkular, endişeler, gelecekle ilgili belirsizlikler tüm gücüyle hüküm sürmeye devam ediyordu. Sovyet döneminde yönetimde olanlar yeni devletlerin de başındaydılar. Hem yukarıda sözünü ettiğim etkenler hem de Sovyet yönetim alışkanlığı ile toplum üzerinde büyük bir baskı atmosferi vardı. Bunu daha ülkeye ilk adımınızı attığınız andan itibaren hissediyordunuz.

Özbekistan’a Zafer Karatay’ın Kırım konusunda hazırlanacağı bir belgeselin çekimleri için gitmiştik. Amacımız, 1944’te Özbekistan’a sürgün edilen Kırım Türklerinin izlerini araştırmak, yaşadıkları yerleri görüntülemekti. Belki bunun da etkisiyle biz görünmeyen bir ablukaya alınmış durumdaydık. Bu tablo içinde yaklaşık 10 gün süren seyahatimizin bir günü de Semerkant’ta geçmişti. O da günü birlik olarak. İşte bu kadim medeniyet ve kültür şehrimizi ilk kez görmek, bu şekilde nasip olmuştu. Elbette, gitmişken niye günü birlik gidip döndünüz diye sorulabilir. Ama Özbekistan’a nasıl gidebildiğimiz, Semerkant’ta neler yaşadığımızın da anlatılacak çok yönleri var. O sebepten, konuyu dağıtmamak için sadece gördüğüm şehri tasvir etmek, ardından 30 yıl sonraki gördüklerimi ve hissettiklerimi paylaşmak istiyorum.

1993 ağustosunda gördüğüm Semerkant’la ilgili ilk izlenimim, kendi ihtişamı içinde terk edilmiş, harabeye dönmüş bir şehir olduğuydu. Sanki bir bomba düşmüş, binalara zarar vermiş, insanlar şehri terk etmişler, şehri tarih dışına itmişti. Dünyanın gördüğü en muhteşem şehirlerinden biri olan Semerkant, düzensiz bir büyük köye dönüşmüştü. Dört bir yanda yükselen tarihi eserlerin ya duvarları yıkık ya kubbeleri delik haldeydi ve kendi kaderlerini terk edilmiş durumdaydı. Ancak buna rağmen yakınına gidince insana hayranlık verecek bir görünüme bürünüyor, “her şeye rağmen yaşıyorum” diyordu.

Söylemeyi unuttum, gittiğimiz her yere bize refakat etmekle görevlendirilen bir memurla birlikte gidiyorduk. Hakkını teslim edelim, kardeşlik hukukunu hiç ihlal etmedi, bize çok dostça davrandı, çekimlerde mümkün olduğunca kolaylık gösterdi ama işte programımız onun gözetiminde yürüyordu. Hem zamanın darlığı hem de bu durumdan dolayı şehri bütünüyle gezemedik ama üç mekânı ziyaret etme imkânımız olmuştu ki sadece bu bile Semerkant’a gitmemize değerdi kanaatindeyim.

Bunlardan ilki Şah-ı Zinde Külliyesi’ydi. Bir tepenin sırtına inşa edilen bu külliye, bir anlamda Semerkant’ın manevi merkezlerinden biri olma özelliği taşıyordu, bir nevi Eyüp Sultanıydı. Burada, Maveraünnehr’e İslamiyet’i yaymaya gelen sahabelerden, Peygamberimizin akrabalarından birinin mezarı olduğuna inanılıyordu; Şah-ı Zinde, yani “Yaşayan Şah” adının anlamına dair en güçlü rivayetlerden biri de işte inanışa dayanıyor, Türkiye’deki “başını vermeyen şehit” benzeri bir anlatımla kutsal bir mekâna büründürülüyordu. Bu yere duyulan saygıdan dolayı başta Timur dönemi devlet yetkilileri, Timur’un aile efradı, ardından Şeybani hükümdarlığına mensup kişiler olmak üzere pek çok insan buraya defnedilmiş, bunlar için yapılan görkemli türbe ve mezarlar ile zaman içinde bir külliye halini almıştı.

1993’te gittiğimde burası terk edilmiş bir mezarlıktı adetâ. Büyük bir mahzunluk, kimsesizlik hakimdi. Her taraf toz toprak içinde, yıkık dökük bir vaziyetteydi. Sahipsizdi, her yeri otlar bürümüş, nerenin yol, nerenin kabir olduğu belirsiz bir hâle gelmişti. Ama belli ki, din ve maneviyat adına ne varsa ortadan kaldırmaya çalışılan, dine ait her şeyi yok etme politikası uygulanan o uzun Sovyet yıllarında Şah-ı Zinde, halkın gönlündeki İslam inancının saklanmasında bir kor rolü oynamış, onlara inançlarını hatırlatma işlevi görmüş denilebilir. Bunu, insanların bölgenin adını söylerken gösterdikleri saygıdan hemen anlıyordunuz.

Geçen 30 yıl içinde ise Şah-ı Zinde, şanına uygun bambaşka bir yer haline gelmiş. Bir tepenin sırtına yan yana sıralanmış, o muhteşem Türk rengi turkuaz çinilerle bezenmiş türbeler ta uzaktan insanı sarmalıyor ve alıp tarihin içine çekiyor artık. Çünkü Özbekistan hükümeti, burayı aslına uygun bir şekilde restore etmiş, toprak içinde kaybolmuş yollar ortaya çıkarılmış, son derece rahat yürünecek hâle getirilmiş, ziyaret etmek kolaylaştırılmış. Tabii ki en önemlisi yıkılmış-dökülmüş tarihi eserlerin onarılmış, eski görkemine kavuşturulmuş olması… Öyle ki, artık, dar sokağın iki yanına sıralanmış o muhteşem yapılar, Türkistan mimari ve sanatının ihtişamını aynı kareye sığdırma imkânı veriyor, saatlerce seyretseniz bıkmayacağınız bir görsellik sunuyor. Burayı gezip de hayran olmamak mümkün değil. Zaten artık, dünyanın dört bir yanında insanlar gelip ziyaret ediyorlar. Ülke turizminin en önemli duraklarından biri olmuş durumda.

Burada yatan şahsiyetlerden de söz etmek gerekir elbette ama yazının uzamaması için bölgeye gelip burada gözlerini dünyaya yuman sahabelerden Timur ailesine, sonraki hanlıklara kadar birçok dönemin önde gelen kişilerinin adına yapılmış pek çok türbe ve mezar bulunduğunu söylemekle yetinelim diye düşünüyorum. Külliye, mimari olarak da ilginç bir nitelik taşıyor. Girişten sonra bir yokuşun solunda birkaç yapı ayakta kalmış. Ardından dar bir kapıdan yine dar bir sokağa giriliyor. Bu sokağın iki yanında Türkistan mimarisinin en güzel örneklerinden olan medrese taç kapıları yer alıyor. Daha sonra solda türbelerin bulunduğu önü açık bir alana geliniyor. Bu alanda da çeşitli önemli şahsiyetlere ait mezarlar var ama bunlar için türbe yapılmamış.

Avlu benzeri bu alan geçildikten sonra Topkapı Sarayı’nın 3. Ahmet Çeşmesi yönünde girilen dış kapısı modelinde inşa edilmiş; sol yanında bulunan bir kapıdan iç içe geçmiş türbe mezarlara açılan kısa, dar bir koridordan geçilerek son türbe alanına giriliyor. Şah-ı Zinde kabri burada bulunuyor. Bu alan dairevi bir mimari ile düzenlenmiş Etrafında da önde gelen şahsiyetler için inşa edilmiş türbeler yer alıyor.

En çok dikkatimi çeken ise bu alana girişte, yukarıda bahsettiğim koridorun solunda yer alan yerdeki bir mezarlık oldu. Burası külliyenin en hareketli bölümlerinden biri görünümündeydi. Merak edip ben de içeri girdim. Burada da farklı şahsiyetlere ait mezarlar vardı ancak insanların asıl ziyaret amaçlarının başka olduğu anlaşılıyordu. Çünkü insanlar genellikle, dar ve oldukça karanlık bir dehliz benzeri koridordan geçilerek gidilen en dipteki yerde bulunan mezara dilek için gidiyorlardı. İç içe dar koridorlardan geçilerek ulaşılan mezarlık, neredeyse zifiri karanlık bir alanda bulunmasına rağmen insanlar akın akın ve büyük bir azimle buraya geliyor ve dilek diliyorlardı. Ve burası hiç boş da kalmıyor; hatta ziyaretçiler sıranın kendilerine gelmesi için kenardaki köşedeki daracık alanlarda omuz omuza bekleşiyorlardı. Yani, Anadolu’ya da taşınmış inanış, burada da varlığını muhafaza ediyordu.

30 yıl önceki seyahatimde bende iz bırakan yerlerden bir diğeri de Emir Timur’un türbesiydi. O tarihte şehrin dışında adeta tek başına duran bu anıt mezarın duvarları yıkık, etrafı harabe halindeydi. Ancak, Sovyet dönemi ulus inşa politikasının bir sonucu olarak, Timur, “Özbek milleti”nin tarihi şahsiyeti olarak belirlendiğinden türbenin içinde kendisine mermerden bir mezar yapılmıştı. O tarihte, tüm riskleri göze alarak, mezar başında Kur’an okumuştum. Bu belki de uzun yıllardan sonra ilk kez görülen bir durumdu.

Ne yazık ki, Türk tarihi yazımının eksik bir yönü kendi içinde kendine karşı düşmanlıklar üretilmiş bir anlatıya sahip olmasıdır. Ülkelerimizi yok etmiş, insanlarımızı katletmiş düşmanlar, düşmanlıklar unutulurken kendi kardeşlerimize karşı hiç sönmez bir kin üreten bir tarih anlatımımız vardır. Türk tarihinin en büyük şahsiyetlerinden biri olmasına karşın Timur da bu tür bir anlatının kurbanı olmuş liderlerden biridir. Oysa bu kudretli hükümdarın büyüklüğünü, Türk-İslam medeniyetine katkılarını anlamak için Semerkant’ı, Herat’ı görmek bile yeterlidir.

30 yıl sonra gerçekleşen ikinci ziyaret, cuma gününe denk geldiğinden önce namazı türbenin hemen yakınındaki tarihi bir camide kılmak nasip oldu. Cami küçük olduğundan cemaat avluya taşmıştı. Semerkant’ta da Türkistan’ın diğer bölgelerinden olduğu gibi kadim “Cuma camii” anlayışı halen devam ediyor. O sıcağa rağmen, büyük çoğunluğu gençlerden oluşan büyük bir kalabalık geniş bir alanı tamamen doldurmuştu. Cemaatin bir kısmı, bizde de olduğu gibi farzdan sonra ayrılırken büyük ekseriyeti son sünnetleri de kılıp, imamın namazı bitirmesinden sonra kalktılar. Aynı manzaraya Kazakistan’da da şahit olmuştum.

Mescit büyüklüğündeki camiyi ise cemaat dağıldıktan sonra görme fırsatım oldu. Ahşap direkler üzerine inşa edilmiş, duvar ve tavanı, geleneksel kök boya kullanılarak farklı motiflerle bezenmişti. Aslında alandaki yapı kalıntılarına bakılırsa burasının geniş bir külliye içinde yer alan bir mescit olduğu anlaşılıyor. Timur’un mezarının bulunduğu yer de bu külliyenin bir parçası olsa gerek.

Namazdan sonra, Timur’un yattığı anıt mezar gittiğimde ilk müşahedem, 1993 yılında tanık olduğumdan çok farklı bir çehreye kavuşturulmuş olduğuydu.

İlk gördüğümde, dış duvarlar yıkılmış, türbenin bulunduğu yapı da epeyce tahrip olmuş bir durumdaydı. Bugün ise sur görünümlü dış duvarlar onarılmış, avlusu harabelikten kurtarılmış, Timur’un hocasına duyduğu edepten dolayı, geldiğinde oturmak için avlunun bir köşesine yaptırdığı mermer tahtı ortaya çıkarılmıştı. Türbenin içi de restore edilmiş, giriş koridoru küçük bir müzeye dönüştürülmüştü.

Lakin, itiraf etmeliyim ki, türbenin içine girdiğimde önceki manevi iklimi hissedemedim. Öncelikle münzeviliğini kaybetmiş, son seyahatimde Mevlâna türbesinde gördüğüm manzaraya benzer bir şekilde turistik bir nitelik almıştır. Biliyorsunuz, Timur bir sefer dönüşü bugün Kazakistan sınırları içinde kalan Otrar şehrinde vefat etmiş, naaşı, vasiyeti gereği, daha sonra Semerkant’a getirilerek hocası Seyyid Bereke’nin ayak ucuna defnedilmişti. Ama artık, Timur’un bu hassasiyeti unutulmuş, burası, gelenlerin kendi aralarında uzun uzun sohbet ve dedikodu yaptıkları, serin bir mekân haline gelivermişti. Bu elbette, yönetimden değil, ziyarete gelen insanlardan kaynaklanan bir durumdu. Çünkü artık insanlar, anlamak için değil, görmek için gelmeye başladılar…

İşte bu yeni atmosfer beni etkilemiş olmalı ki, önceki gelişimde kalbimin derinliklerinden gelen bir huşu ile baş ucunda Kur’an okuduğum büyük hükümdara ve hocasına bu kez etraftaki gürültüler içinde sessizce dua mırıldandım, ardından bir müddet bir kenara konulmuş banka oturup tarihte yaşananları tefekkür etmeye çalıştım; baktım buna da imkân yok, avluya çıkıp külliye duvarının gölgesinde beklemeye karar verdim.

Önceki seyahatimin hafızamda yer etmiş üçüncü mekanı ise Registan’dı. Tahmin edilebileceği gibi bugün Semerkant, hatta Özbekistan denilince akla gelen ilk yerlerden biri olan bu anıtsal yapı grubu, diğerleri gibi o tarihlerde epeyce yıpranmış, harap bir vaziyetteydi. ..Registan Meydan üç medreseden oluşuyor, biliyorsunuz. Timur’un torunu büyük devlet ve bilim adamı Uluğ Bey’in adını taşıyan medrese, onun karşısında adını taç kapısındaki aslan motifinden alan Şir-Dor Medresesi ve ortada bulunan Tilla Kari medresesi. (Türkistan Türkçesinde tilla, altın; kari ise hafız anlamına gelir.) İlk gittiğimde meydanı çevreleyen bu üç medresenin ikisinin içine girilemiyordu, çünkü son derece bakımsızdılar. Üçüncüsü de kapalıydı ama mescit kısmına kadar gidilebilen bir alan mevcuttu. Ama her şeye rağmen, her üçü de sahip oldukları haşmeti hiç kaybetmemişlerdi.

Yeri gelmişken altını çizmek isterim ki, sadece adını saydığım yerler bile Batılılar ve Rusların şuur altımıza yerleştirdikleri, “medeniyetsiz göçebe halk” propagandasını yerle bir edecek bir niteliğe de sahiptir…Bugün ise aslına uygun bir şekilde restore edilmiş, medreselerin içleri kültürel ve sanatsal çalışmalara tahsis edilmiş, kısaca hayatiyet kazanmış. Semerkant’ta gelenlerin de muhakkak ziyaret ettikleri hatta sadece burayı görebilmek için geldikleri bir yer hâlini almış.

Hakkını teslim etmek gerekir ki, Semerkant’ın böylesine gelişimesinde, İslam Kerimov’un şehre verdiği özel önemin önemli yeri bulunmaktadır. Nitekim kendisi de vasiyeti üzerine Registan Meydanı’nın hemen yakınındaki bir külliyeye defnedilmiş. ..Şevket Mirziyoyev de Semerkant’ı bir başka kademeye taşımış, şehrin inkişafını sürdürme çalışmalarının yanında tarihi misyonuna uygun olarak siyasi, uluslararası önemini arttırma politikası izlemeye başlamıştır. Nitekim Türkiye-Özbekistan ilişkilerinden tarihi dönüm noktalarından biri olan 2016 yılı sonlarındaki Erdoğan-Mirziyoyev görüşmesi burada gerçekleşmiş; Türk Devletleri Teşkilatı Zirve Toplantısı gibi uluslararası pek çok önemli buluşma bu şehirde yapılmaya başlanmıştır…Bu arada, 30 yıl aradan sonra yeniden görmek nasip olan şehirde ifa etmeyi gönülden istediğim, benim için son derece önemli bir husus daha vardı, sadece bunu gerçekleştirebilmek için bile Semerkant’a gitmek istiyordum. Allah’a şükürler olsun ki ona da nail olabildim.

1993 yılında gittiğimde Tilla Kari Medresesi’nin içinde mihrabı altın varaklarla süslenmiş, sadece 2 metrekare kadar bir kısmı kalmış, oranın da çevresi çevrilmiş bir mescit görmüştüm, yukarıda kısaca zikrettim. Mescidi görünce, içimde bu alanda şükür namazı kılmak iştiyakı uyanmış, bu his tüm ruhumu esir almıştı. Daha önce zikredildiği öncelikle kontrol altındaydık; ikincisi, etrafta abdest alacak bir yer yoktu. Şimdi gibi hatırlıyorum, ihtiyaç gidereceğim bahanesiyle dört bir yana koşuşturarak abdest alacak bir yer aramış, uzak sayılabilecek bir noktada kırık dökük bir çeşme bularak oradan sızan suyla abdest alıp medreseye dönmüştüm. Bir fırsatını bulup bu muhteşem mescide gelip vakit namazıyla beraber iki rekât şükür namazı kılmıştım. Ama ondan sonra olan olmuş, Özbek bir yetkili, muhtemelen istihbarat görevlisi olan bir kişi, “demek orada namaz kıldınız” diye rahatsızlığını dile getirmiş, üstü kapalı tenkit etmişti. Çünkü muhtemelen burada çok uzun yıllardır hiç namaz kılan olmamış, ben ise son derece saf duygularla da olsa, böyle bir “radikallik” yaparak resmi yetkilileri rahatsız etmiştim!

Bu sebeple, o günden sonra o mescitte gönül rahatlığı ile alnımı secdeye koyabilmek en büyük hayallerimden biri haline gelmişti. Bu kez giderken de bu heyecanı taşıyordum. Bu iştiyakla heyetten ayrılarak mescide yöneldim. Bu kez mescit alanı genişletilmiş, restore edilmiş, yere halı serilmiş durumdaydı. Etrafı yine çevriliydi. Artık namaza izin veriliyor muydu, yoksa turistik amaçla mı düzenlenmişti o anda tereddüt etmeme rağmen, mescit alanına girdim ve hem vakit hem de şükür namazı kıldım. Bu elbette, benim açımdan sözle izah edilebilecek bir duygu değildi. Çünkü bu benim içimde bir hasretti, bu vesileyle sona ermiş oldu. Bu sebeple, hiç adetim olmadığı halde böyle bir olaydan söz etmek istedim.

Diğer taraftan, her ne kadar başlangıçta tereddüt ettiysem de sonrasında herhangi bir uyarı ile karşılaşmadığımızdan yola çıkarak, Özbekistan hükümetinin bu mescidi asli işlevine kavuşturduğu kanaati oluştuğunu söylemek isterim. Yani bir zamanların yasak mescidi, artık bu yasaktan azat olmuş durumdaydı. Elbette, Semerkant, bu anlattıklarımızla sınırlı kalan bir şehir değil. Daha gezilmesi, anlatılması gereken pek çok tarihi abidenin halen ayakta olduğu, her köşesinden Türk-İslam medeniyetinin mirası fışkıran bir başkent şehir, bir kadim Türk şehri burası. Sadece mimari miras değil, sosyal ve kültürel hayatla ilgili de söylenecek çok şeyler var. Onu da sırası geldikçe kaleme almaya gayret edeceğiz nasipse…Bu arada muhakkak altı çizilmesi gereken çok önemli bir husus da şudur ki, Semerkant, aynı zamanda İslam düşüncesinin gelişmesinde öncü katkıları olmuş iki büyük şahsiyetin, İmam Maturidi ve İmam Buhari’nin de ebedi istirahatgâhları olan bir yerdir. Ancak, bu konudaki gözlemlerimizi başka bir yazıya bırakmak istiyoruz; o da ya nasip.                                                                                     

Ama, son söz olarak şunu söylemek isteriz, Semerkant’ı görmemiş olmak, kendi kültür ve medeniyetimizi eksik tanımak demektir.

Prof. Dr. Abdulhamit AVŞAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir