İstanbul’daki Marmara Kıraathanesi, dönemin okur-yazar takımının buluştuğu renkli, zevkli, hârika bir mekândı. Mükrimin Halil’den, Şeyh Muzaffer Özak efendiye, Ali İhsan Yurt hocadan M. Şevket Eygi’ye, Ahmet Güner’den Baha Oral’a, Gürbüz Azak’tan Ali Fuad Başgil’e, Yücel Çakmaklı’dan Mustafa Necati Sepetçioğlu’na, Nejad Muallimoğlu’dan Erol Güngör’e… “münevver” sıfatını hak ederek taşıyan eşhas orada randevusuz buluşur ve torbalarındaki azığı ortaya dökerlerdi. Fevkalâde ilginç konular, konuşmalar, tartışmalar, müzakereler, fikirler, tezler, tezatlar, iddialar, keşifler, araştırmalar, atışmalar, lâtifeler…ortalıkta döner, havada uçuşurdu. Bazan tartışmalar hararetlenir, insanlar, inandıklarını karşısındakine aktarırken fazlaca heyecanlanır, ateşli cümleler, kelimeler, sözler sarfederlerdi. Kimse, bu bağırış çağırışlardan rahatsız olmazdı, gönül kırılmazdı. Akademik seviyesi üniversitelerin birkaç fersah ilerisindeydi. Üstelik burada akademik ünvan da bahse konu edilmezdi. Herkes taşıyabildiği ve sunabildiği kadarıyla karşısındakinden saygı görürdü.
Kelimeler ne kadar sivri olursa olsun, elbette belli bir seviyesi vardı ve hakaret sınırını geçmezlerdi.[1]
Benzer entelektüel toplanma mekânlarının batıda da çokça bulunduğunu, bilhassa Paris’tekilerin pek ünlü olduğunu duyardık. Paris’te bu kahvelere uğramayı, oturmayı Fransız seçkinler kadar Türkler de seviyorlarmış.
Yağmurlu bir akşamüstü Güzin ve Abidin Dino, Türkiye’den gelen konukları Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bunlardan birine, Procope kahvesine götürmüşler. Burası Voltaire ve Rousseau’nun devam ettikleri kahveymiş. Bu hâtırasını Güzin Dino şöyle anlatıyor, daha doğrusu resmediyor:
“Hamdi, yağmurluğunun iki kanadını, sanki bir imamın cübbesini toplar gibi, şöyle iki eliyle kavuşturdu, besmele çeker gibi, “Haydi bakalım oğlum Hamdi, huzura çıkıyorsun, bilmiş ol” gibi bir şeyler mırıldandı ve bir ulu camiye veya kiliseye girer gibi, hûşû içinde girdi kahveye”
Marmara Kıraathanesinin benzeri, fakat ufak tefek farklılıkları olan bir örneğinin Ankara’da da bulunduğunu merhum Malik Aksel haber vermişti çok yıllar önce. Görmek ve havasını yaşamak bize kısmet olmadı. Fakat orada yaşayan, hayatının önemli bir kısmını bu mekânda geçiren dostlarımız, ağabeylerimiz vardı. Şimdi hepsi rahmet-i Rahman’a ulaşan Mehmet Çınarlı, Feyzi Halıcı, İlhan Geçer, Mustafa Necati Karaer, Gültekin Samanoğlu gibi, adlarına “Hisarcılar” denilen eski dost grubu, dergiyi Ankara’daki bu kahvenin terasında hazırlıyorlar diye duyardık. (Hisar, memleketin kültür gidişatını tanzim eden büyük ve önemli bir rehber dergiydi o zamanlar. 1950’de yayına başlayan dergi, 75 sayıya ulaştıktan sonra bir ara durdu. 1964’te tekrar basılmaya başladı. Toplam 202 sayıya ulaştı ve 1980’de kapandı).
Malik Aksel’in anlattığı şekliyle Ankara’daki bu ilginç ve önemli kıraathanenin adı “İstanbul Pasta Salonu” imiş, fakat kıraathaneymiş. Ulus Meydanında, Ulus İşhanı yapılırken yıkılmış. Bir cephesi pembe Ankara taşından yapılmış eski Taşhan’a bakarmış, öteki yüzü de Tavukçu Tayfur ustanın lokantasına. Müdavimleri, Marmara’nın müşterilerinden biraz daha farklı, belki biraz daha renkli ve zenginmiş. Milletvekilleri, (o zamanki sıfatları “meb’us”), vekiller (bakanlar), işadamları, üst bürokratlar, Cumhuriyet devriminin tanınmış isimleri, öğretmenler, sanatkârlar, hukukçular…hep burada toplanırlarmış. Bu konulara az çok ilgi duyan ve Ankara’ya gelen herkes, her taşralı buraya mutlaka uğrarmış.
Bu kahvehanede tavla, iskambil, dama, domino oynanmaz, radyo bulundurulmazmış. Duvarlarında resim de yokmuş. Bunun sadece bir istisnası varmış: Kahvehanenin sahibi Ali Bey’in yaldızlı bir çerçeve içinde büyük boy bir fotoğrafı asılıymış duvarda. Ali Bey bu fotoğrafın altındaki maroken koltuğunda oturur, Ulus meydanından gelen-geçeni seyredermiş.
Bir gün, kahvenin müdavimlerinden ressam Saip Bey, kolunun altında resim eskizleri yaptığı defteriyle Ali Bey’in köşesine, onun kodluğu yanına bir sandalye çekip oturmuş. Ali Bey bu teklifsizlikten biraz rahatsız olmuş. Kendisine uzatılan resim defterini ve defterdeki eskizleri ilgisizce, sanki bir iskambil destesini karıştırır gibi şöyle bir çevirmiş ve masaya bırakmış. Ressam Saip bıçkın bir tip, bu ilgisizlikten duyduğu rahatsızlıkla Ali Bey’e dönmüş:
“Ali Bey, siz zengin birisiniz. Herkes öyle söylüyor. Bütün Avrupa’yı gezip gördünüz. Bu, herkesin yapabileceği bir şey değil. Sonra oradakiler gibi, burada otel, hamam, bu kahvehaneyi yaptınız. Ankara’ya geldiğinizde sâdece 20 liranız varmış cebinizde, öyle konuşuluyor. Nasıl becerdiniz bunca işi?
Ali Bey işaret parmağıyla başını göstermiş: “Aha, bununla” demiş.
Ressam Saip, Ali Bey’e en sorulmayacak soruyu sormuş: “Ali Bey, burada sizin koca bir resminiz asılı. Yaldızlı çerçeve de yakışmış. Bunun karşısına Atatürk’ün resmini de koysak.. Ne dersiniz? Resminiz yalnız kalmamış olur.
Ali Bey hızla masadaki tesbihini eline almış, ayağa kalkmış:
“Ben o kadar büyük değilim arkadaş” demiş ve dışarı çıkmış.
Kahvenin renkli müdavimlerinden biri de Nalbandoğlu imiş. Seksenini aşmış, iriyarı bir adammış. Ayağında sarı çizmeler varmış ve sesi davudiymiş. Bağırarak konuşurmuş. O konuşmaya başlayınca sesler kesilirmiş, sesi bütün sesleri bastırırmış. Etrafına bakar, kahveye gelen yabancı birini arar ve gider onun yanına otururmuş. Yanında gölgesi gibi onu takibeden bir de kâtibi varmış.
Şair tabiatlıymış Nalbandoğlu:
“Sevmediğim söz yasak / Sevmediğim azık sarımsak /Birini akıl almaz /Ötekini kursak..”
Yabancıya söz atar, onu konuşturmak için tahrik edici laflar edermiş. Meselâ konuyu pahalılığa getirir, devlet mekanizmasının yanlış işlediğinden bahsedermiş. Yabancı ilgilenir, konuşmaya katılırsa, Nalbandoğlu kâtibinin ayağına basar, işaret verirmiş ve kâtip elindeki deftere bir şeyler yazarmış. Yabancının adını ve adresini de öğrenip kaydedermiş.
Eski kabadayılardan, artık yaşlanmış Bahriyeli Cemal, Nalbandoğlu’na bakar, yanındakilere şöyle söylermiş:
“Bu adam çok kişiyi jurnal etti, ahlâksız. Yaptığı işi vatanî bir iş kabul ediyor, senelerdir yapıyor bu ispiyonculuğu…”
Kahvenin başka bir müdavimi, o zamanlar öğretmen olan, ünlü tarihçi Enver Behnan Şapolyo imiş. Şöhreti o zamanlar bile yaygınmış. O konuşmaya başlayınca, sandalyesini çeken onun etrafında konuşlanırmış.
Enver Behnan genellikle güncel ve ilginç konuları anlatır, tatlı üslûbuyla kendini dinletirmiş.
Bir gün kahvehanenin komşusu Tavukçu Tayfuru anlatmaya başlamış. Tayfur’un lokantası Ankara’nın namlı aşevlerinden biriymiş o zaman. Müşterisi çokmuş. Tavuklu yemekleri hârika yaparmış.
Tavukçu Tayfur, kafayı çektiği bir gün Çankaya’ya telefon etmiş. Çoğu zaman telefonu düşüremezken o gün telefona çıkan biri olmuş. Telefonu açan meğer Atatürk’müş. Tayfur onu santral memuru sanıp notunu şöyle söylemiş:
“Ben Tavukçu meşhur Tayfur ustayım. Lütfen Paşa hazretlerine haber verin. Dünyanın hiçbir sarayında bulunmayan nefis ve leziz bir tavuk çorbası yaptım. Paşa hazretleri bunu çok sevecektir ve memnun olacaktır. Herkes kaşık yapar ama, sapını ortaya denk getiremez. Çorba da böyle. Atatürk insandan anlar ama ben de tavuktan anlarım. Tavuktan anlamak mı daha zor, yoksa insandan anlamak mı? Şüphesiz ki tavuktan anlamak daha zor. Sen lütfen bildir. Ben bizzat elimle mi çorbayı saraya getireyim, yoksa Paşa hazretleri aldırtırlar mı?”
Telefondan bir ses gelir: “Sen getir.”
Tayfur Usta, porselen büyük bir kâse ile hemen Çankaya Köşküne gider. Onu içeriye alırlar.
Bundan sonraki rivâyetler muhtelif. Bazıları çorba kâsesinin altınla dolacağını beklerken, bazıları falakaya yatırıldığını söylerler. Fakat söylenti olmayan gerçek şu olur: Tayfur Usta Ankara’dan uzaklaştırılır. Kafayı çekip, ikide bir sarayı rahatsız etmesi böylece önlenir.
Tayfur Usta Ankara’dan sonra İstanbul’a gelir ve Sirkeci’de bir dükkân açar. Tavukları burada pişirmeye devam eder
Bunlar Enver Behnan’ın anlattıkları. Onun, kahvehanede popüler olması boşuna değildir. Anlattıklarını öyle etkili söyler ki, dinleyenler, o konuşurken nefes bile almazlar. Anlattığı bir olayı bir daha tekrar anlatmaz. Başından geçenleri veya şahit olduğu olayları anlattığı için üslûbu inandırıcıdır.
Bir başka gün şöyle bir olay anlatır:
“İlk öğretmenliğimde, Kastamonu’nun bir köyündeydim. Akşamdan sonra köyde bir telâş havası esti. Eşkıya baskın verdi dediler. Köylünün yabancı olmadığı bir durumdu. Fakat bu defa farklıydı. Eşkiyalar evleri talan ettikten sonra, köylülerin kendileri için hazırladıkları rakı ve şarapları bulup çıkardılar. Ve içmeye başladılar. O kadar çok içtiler ki, zilzurna oldular. Kendilerini kontrol edemez vaziyete geldiler. Bunlardan iki tanesi, köyün zenginlerinden birinin kümesine girdiler. Vakit gece yarısını geçmiş. Bunlar, tavukları birer birer yakalayıp ağızlarından üflüyorlar ki, üfledikleri hava dışarı çıkmasın diye. Bu canlı tavuklar şiştikçe şişiyorlar ve yusyuvarlak bir hâle geliyorlar. Bundan sonra bu haydutlar, sıkı sıkı boyunlarından tuttukları tavukları bir taşa çarpıyorlar. Korkunç bir sesle tavuklar patlıyorlar. Bu ses onları çok eğlendirdiği için kahkahayla gülüyorlar. Ötekiler de bu sesleri jandarmanın bastığını zannedip silâhlarını aldıkları gibi, pabuçlarını bile giymeye vakit bulamadan kaçtılar. Kümesteki iki eşkıya da koşarak ve korkuyla onlara yetiştiler.
Şapolyo, kendisini dikkatle dinleyenlere şunları söylemiş: “Birader, ister bâği ol, ister daği. Ama insafı elden bırakma. İnsanlara olmadık rezillikler yapıyorsunuz da bu hayvanların suçu ne?” [2]
* * *
İstanbul Pasta Salonu, Ankara’da bir kültür mahfili olarak uzun süre, şehrin atmosferini renklendirmiştir.
Hisar Dergisini çıkaran kadrodan yakın tanıdığımız, sevdiğimiz, bizden yaşça büyük olan dostlarımız vardı. Fakat sohbetlerinde bu kahvehaneden bahsettiklerini duymamıştık. Halbuki bu ünlü dergi tamamıyla burada hazırlanıyormuş. Şiirler, makaleler, klişeler elden ele uçuşur, âhenkli bir ekip çalışması, bu mekânın her noktasına yayılırmış. Dergi hazırlanıp baskıdan çıkınca kahvehanede (veya İstanbul pastanesinde) bir bayram yaşanırmış. Bu dergide Malik Aksel’in de yazılarını ve suluboya resimlerini görürdük. (35 makalesi yayınlanmış Hisar’da.)
Ekibin başında olan Mehmet Çınarlı bir ara Ankara’da komşumuz oldu. Sessiz, sâkin, saçları kırlaşmış, gözlüğü çerçevesiz bir çelebiydi. Hemşehrimizdi. Karamanlıydı, Ermenekliydi. Hisar’la bütünleşmişti. Şimdi “Şehir ve Kültür”ün, dostumuz M. Kâmil Berse için ifâde ettiği şeyleri Çınarlı, Hisar’la yaşıyordu.
İstanbul pastanesinin müdavimleri olarak sâdece Hisar kadrosu sayılsa bile, bu isimler orayı olağanüstü kılmaya yeterdi. Çınarlı ile birlikte Malik Aksel, Feyzi Halıcı, İlhan Geçer, Gültekin Sâmanoğlu, Mustafa Necati Karaer, Fikret Sezgin, Yahya Benekay, Osman Fehmi Özçelik, Munis Faik Ozansoy, Bekir Sıtkı Erdoğan, Mustafa Erdoğdu ve adını şu anda hatırlayamadığımız değerli isimler, nefes aldıkları mekânları şereflendiren müstesnalardı.
Yani Hisar’ın, yani Ankara Kalesinin dizdarları “kâvi” idiler, yetkin idiler.
Ankara’daki İstanbul pastanesi için, “Marmara Kıraathanesinin Ankara Rengine boyanmış kardeşiydi” derler.
Dr. Kâmil UĞURLU
[1] Bu güzelliği yaşamak fırsatını lûtfeden Mevlâ’ya hamdederiz.
[2] Bu notlar Malik Aksel’in bir makalesinden alınmıştır. Beşir Ayvazoğlu’nun yayına hazırladığı “Malik Aksel, Bütün Eserleri 5” kitabı, merhum üstâdı, açıklama notlarıyla anlatmaktadır.