Saklı Bir Bahçe: İznik

Evliya Çelebi, Eşrefoğlu’nun içinde medfun bulunduğu İznik’teki cami ve dergâhtan da bahsederek ondan “yetmiş bin müride mâlik bir pîşvâ-yı âşıkān” diye söz etmektedir.

Bayramın üçüncü günü bir vesile ile İznik yolundaydık. Yollar nispeten boştu. Arabalı vapuru beklemedik. Osman Gazi Köprüsü’ne yönlendik. Birkaç dakikada karşıda, Yalova yakasındaydık. Nagivasyonumuzu gideceğimiz köye ayarladık. Yeni öğrendiğimiz kadarıyla tarihi bir yol olan Bağdat Yolu’ndaymışız.[1] Osmanlı Devleti her sene hac mevsiminde İstanbul’dan fakir fukaraya harcanmak üzere Mekke ve Medine’ye para, altın ve değerli hediyeleri götürmek üzere bir kervan çıkarırmış. Buna para kesesi taşıyan kervan anlamına gelen “Sürre Alayı” ismi vermişler. Biz bugün “sürre alayı kervanı”nın yolundayız. Gideceğimiz Bayındır Köyü’nün yolu tepeciklerin dereciklerin olduğu yeşil bir vâdi. Mehmet, ilerisi görülmeyen dar ve virajlı yerlerden hızlı ama dikkatlice geçiyor. Yol üzerinde köylere, çeşmelere, bağ ve bahçelere rastlıyoruz. Dere tepe, yer yemyeşil, gök masmavi… Gözlerimiz; İstanbul’da uzun süre her baktığında betonla karşılaştığı için şimdi olağanüstü dinlendiğini söylüyor. Ve nihayet Bayındır Köyü’ndeyiz. Arabalarımızı ulu ağaçların altındaki gölgeliğe bırakıyor, kısa zamanda oradaki işimizi görüyoruz. İznik’e yetişebiliriz ama ben Cumanın köyde kılınmasını arzu ediyorum. Oldum olası köy camisinde namaz kıldığımda sağa ve sola selam esnasında yeşilliğin içeri taştığı pencereden alnımı bir rüzgârın okşamasını severim. Bir de köy kahvesinde bir iki köylü ile birkaç bardaklık da olsa sohbet etmek köy hasretimi giderir sanırım. Tam da istediğim gibi oldu. Cumadan çıkınca köy kahvesinde içtiğimiz üçer çaydan sonra bize yakınlık gösteren imam efendiye veda ederek ayrıldık.  Yeni tanıştığımız, aynı zamanda cuma müezzinliğini yapmış olan yaşlı amcayla birlikte bir köy evinin avlusundan içeriye giriyoruz. Meğerse hanımlar bir saatliğine burada misafir olmuşlar. Ailenin büyükleri muhacirlik döneminde Batı Trakya’dan gelmiş. Ev sahibi, yaşlı amca ve eşi ikram için–bizim yörenin deyimiyle- parçalanıyorlar. Bu insanlar tam da Hazreti Mevlânâ’nın dediği gibi; “cömertlikte güneş gibi…” ler. Hemen gitmemiz gerektiğini söyleyerek küçük ikramımızı alarak ayrılıyoruz.

Yolların sağı solu yine bağ-bahçe. Ceviz, kiraz, yüksek yamaçlarda geniş alanlara yayılmış zeytin ağaçları, şeftali ve her türlü meyve bahçeleriyle zümrütten bir tabiat-doğa harikasını izleyerek gümüş bir ayna gibi gökyüzünü içine almış İznik Gölü’nün çevresinden şehre giriyoruz. Asırlar öncesinin harika şehircilik anlayışıyla daha kuruluş yıllarında cadde boyunca dikilmiş-dizilmiş yaşlı çınarlar bizi karşılıyor. Bir ömür boyunca hiçbir ağaç dikmeyen günümüz insanını düşününce böyle bir şehircilik anlayışında olanların gerçekten tarih yazmayı hak ettiklerini daha iyi anlıyorum. Yolda iken Dursun Hoca’nın ikaz ettiği iki yeri ziyareti kafama koymuştum. Bunlardan birisi olan Küçük Ayasofya’ya doğru yönelmişken, daha önce ziyaretlerde bulunmuş olan Cemal Bey bizi çeviriyor. Birkaç sokak geçtikten sonra; zarafet timsali, her mısrası berceste olan şiirlerinden bestelenmiş ilahileri dilimizde vird-i zeban olmuş, ismini lise yıllarından bildiğim, ama ne yazık ki tam da tanıyamadığım Eşrefzâde Rûmî’nin Camii’ne geldik. Daha kapısındayken misk-i amber kokusu sokağa taşıyordu. Adabına uygun girdiğimiz mescitte tahiyyatül mescidi edadan sonra, yanlış bildiklerimizi düzeltmek ve bilmediklerimizi öğrenmek için bir köşeye çöktük ve şu sahih bilgilere ulaştık. Sonra kıbleye dönünce caminin sağ duvarı boyunca inciler gibi dizilmiş merkatlerin ortasında Eşrefoğlu Rûmî’nin mütevazı taşında, (estağfirullah) başında sarıklı kabrini ziyaret ettik. Üzerinde türbe olmayışı alçak gönüllülüğünün de alameti olsa gerek.  Gönül adamları kırık gönüllüleri mutlu etmeye çalışan gönül ustalarıdır. İhtişamı sevmezler, ihtişamlı türbeler sonradan gelenlerin yapıtlarıdır.

EŞREFOĞLU RÛMÎ (Ölümü:1469-70)       

“Asıl adı Abdullah, babasının adı Ahmed Eşref’tir. Kaynaklarda künyesi Abdullah Rûmî b. Seyyid Ahmed Eşref b. Seyyid Muhammed Süyûfî (Mısrî) şeklinde geçmektedir. İbnü’l-Eşref, Eşrefzâde, Eşref-i Rûmî, Abdullah İznikî ve Abdullah-ı Rûmî adlarıyla da tanınmıştır. Kâdiriyye tarikatının Eşrefiyye kolunun kurucusu, mutasavvıf-şair. Mısır’dan Suriye’nin Hama kasabasına, daha sonra Anadolu’ya göç edip önce Manisa’ya, ardından da İznik’e yerleşen, aslen Mekkeli ve Hz. Peygamber soyundan geldiği rivayet edilen, âlim ve şeyhler yetiştirmiş bir ailenin çocuğudur. Eşrefoğlu’nun çocukluğu ve gençlik yılları İznik’te ailesinin yanında, büyük bir ihtimalle daha çok onların tâlim ve terbiyesi altında geçti. Daha sonra ileri bir yaşta Bursa’ya giderek buradaki Çelebi Sultan Mehmed Medresesi’nde tahsile başladı. Bir  rivayetlere göre Eşrefoğlu gördüğü bir rüya üzerine medreseyi ve ilim yolunu terkeder. Abdal Mehmed adlı bir meczup kendisine bâtınî ilimlerden nasibi olduğunu söyleyince Emîr Sultan’a başvurur. Emîr Sultan ihtiyarlığından söz ederek onu dervişlik ve tasavvuf yolunda ileri bir merhaleye ulaştıracak olan Hacı Bayrâm-ı Velî’ye gönderir. Bunun üzerine Ankara’ya giden Eşrefoğlu, Hacı Bayrâm-ı Velî Dergâhı’nda on bir yıl kadar riyâzet ve mücâhede ile en ağır hizmetlerde çalıştırılır. Hacı Bayrâm-ı Velî kabiliyetli dervişinin belli bir merhaleyi aşmış olduğuna kanaat getirerek onu önce dergâha imam, sonra da kızı Hayrünnisâ ile evlendirerek kendisine damat yapar. Ayrıca ona icâzet vererek Bayramiyye tarikatını temsil etmek üzere İznik’e halife tayin eder. Eşrefoğlu İznik’e dönünce halkı irşaddan ziyade kendi iç dünyasına çekilir. Bir müddet sonra ulaşmış olduğu halin zevkleriyle yetinmeyerek daha ileriye varma arzusuyla tekrar Hacı Bayrâm-ı Velî’ye başvurur. Rivayete göre Hacı Bayrâm-ı Velî’ye, “Seyrüsülûkün tamamı şimdiki makamımız mıdır, yoksa daha var mıdır?” diye sorunca Hacı Bayrâm-ı Velî, “Bir velînin bin sene ömrü olsa, envâ-ı mücâhedât ve riyâzet eylese henüz enbiyâdan bir nebînin kademi vardığı yere velînin başı varmak muhaldir” cevabını verir. Hacı Bayrâm-ı Velî damadını dinledikten sonra onu seyrüsülûkte daha ileri bir merhaleye ulaştırması için Suriye’nin Hama kasabasında oturan Abdülkâdir-i Geylânî’nin beşinci göbekten torunu Şeyh Hüseyin el-Hamevî’nin yanına gönderir. Bunun üzerine İznik’e geri dönen Eşrefoğlu derhal erbaîne girer ve bu sırada gördüğü rüyaları yazarak yanında hanımı ve kızı olduğu halde uzun ve çileli bir yolculuğa çıkar. Anadolu’yu bir baştan bir başa yaya olarak aşan Eşrefoğlu Hama’ya varır varmaz Hüseyin el-Hamevî’ye intisap eder ve şeyhi tarafından erbaînde gördüğü rüyaların yazılı olduğu kâğıda bakılarak âdeta ayağının tozuyla tekrar erbaîne sokulur. Eşrefoğlu kırk gün içinde çilesini tamamlar ve Kâdirî hilâfetnâmesi alarak İznik’e geri döner.

Kâdirîler arasında Abdülkādir-i Geylânî’den sonra tarikatın ikinci pîri sayılan Eşrefoğlu Rûmî daha hayatta iken büyük bir velî kabul edilmiştir. Evliya Çelebi, Eşrefoğlu’nun içinde medfun bulunduğu İznik’teki cami ve dergâhtan da bahsederek ondan “yetmiş bin müride mâlik bir pîşvâ-yı âşıkān” diye söz etmektedir.                                                                                         

O sırada Osmanlı tahtında oturan Fâtih Sultan Mehmed’in hanımı Mükerreme Sultan’ın dilindeki bir yarayı tedavi etmesi için kendisine başvurulan Eşrefoğlu, davetin birkaç defa tekrarlanması üzerine İstanbul’a giderek hastayı tedavi etmiştir. Eşrefoğlu’nun İznik’e döndükten sonra padişahın onun arkasından tebdili kıyafetle gelerek kendisini dervişliğe kabul etmesi için ısrar ettiği, Eşrefoğlu’nun ise uzun nasihatlerden sonra padişahı İstanbul’a geri dönmeye razı edebildiği rivayeti de yer almaktadır.                                                                                                                                                    

Eşrefoğlu İznik’e döndükten sonra bir süre yine uzlet halinde yaşamaya devam eder. Bir müddet sonra İznik’te kurduğu dergâhında irşada başlar, tarikatı kısa zamanda yayılır. Muhtemelen yüz yaşlarında İznik’te vefat eder ve daha sonraları camiye çevrilen dergâhın hazîresine defnedilir.”[2]

İkindi namazını Ayasofya-ı Sağir Camii’nde kılmayı planladık. Mescide vakitten biraz önce girdik. Çatısı ahşap olarak yenilenmiş, kiremitleri döşenmiş ama duvarlar cemaatsiz, terkedilmiş kaldığı yılların yaralarını taşıyor. Kimi yerlerde dışarısı görülecek kadar delik var, duvarlar yangın geçirmiş bir binayı andırıyor, küçük yan kubbelerde is görüntüleri ve lekeler var. Öğrendiğimiz kadarıyla 1930 lu 40 lı yıllarda bütün yurtta ibadethanelere yapılan terk edilmişlik görünümü aynısıyla Küçük Ayasofya’da dondurulmuş olarak bekletiliyor. Bu hal inanılacak gibi değil. Sadece kapı ve pencereleri takılmış. Binaya hiç dokunulmamış. Görüldüğünde vitrine konulacak kadar harika Küçük Ayasofya Camii’ni içimize çekerek ayrıldık… Sanat tarihi kitaplarından hatırladığım kadarıyla bu tarihi kent çiniciliğin en önemli merkezlerinden birisiymiş. Şimdi ne durumda doğrusu bilgim yoktu. Ayasofya’nın arkasında yapılan kazıda eski çini atölyelerinin izlerini ortaya çıkarmışlar. Şu an bir çalışma görülmüyor…Sizleri ruhunuzu ferahlatacak; “Ey Allah’ım beni senden ayırma…” sözleriyle başlayan bir Eşrefoğlu ilahisiyle baş başa bırakırken, günübirlik da olsa bir İznik seyahatine davet ediyorum. Hoşlukla kalın…

Muhsin Duran

[1] PDF Gebze’den İznik’e İpek Yolu.
[2] İslam Ansiklopedisi,Diyanet Vakfı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir