Çocukluk havsalam bir kelimeyle biteviye çalkalanıp dururdu. Annem, babamın hiç değişmeyen, saflık ve serapa itimada dayanan (özellikle mü’min mizacının sebep olduğu) aldanış ve istismar edilişlerinden kaynaklanan ticarî başarısızlıklarını, biraz sitem, ama daha çok onu affetmeye, müheyyâ rikkati ile gerekçelendirir ve “uğuz, oğul uğuz” derdi. Ben bir türlü uğuz’la neyi kastettiğini nerelere göndermeler yaptığını, hele bu sözün oğuz ile illiyetini ise bir türlü kuramadan düşünüp dururdum.
Düşünürdüm çünki, annem bilgece bir kadındı. Tanıdığı herkes (akraba, konu-komşu) onun aklına, kanaatlerine çok itibar ederler, müşküllerinin halli için ona danışırlardı. Bu otoritesinden dolayı onun boş söz söylemeyeceğine inanır, ama bu sitemin mânâsını kavrayamadığımdan ötürü düşünür de düşünürdüm. Ve uğuz oğul uğuz diyen sesi, çocuk aklımın zayıf duvarlarına çarpa çarpa yankılanır dururdu.
Kitaplarla okul öncesi dost olmuştum. Elime ne geçerse okuyordum. Arkadaşlarım sokakta geç saatlere kadar oynarlar, ben onların oyun atmosferlerinden bir türlü ayrılamaz ama çoğunlukla oyunlarının dışında kalır, biteviye okurdum. Karanlık basınca sokak lambalarının solgun ışığına sığınır, elektrik direğine sırtımı verir, okumaya devam ederdim. Okuma uykusundan çoğunlukla arkadaşlarımın kulaklarımda yankılanan haşarı sesleri silinince uyanırdım. Bazen de öylesine dalardım ki, annemin kızgın, telaşlı sesi ile şaşkınlık ve korku içinde zamanın çok geç olduğunu anlar ve onun önünden kaçarak eve dalardım.
Bu atmosferin sağladığı bilgi sağanağı altında, hemen okul hayatımın ilk günlerinde diyebilirim, üst sınıfların müfredatına ulaşmış, oğuz sözü ile de tanışmıştım. Ama bu oğuz ile bizim uğuz arasındaki illiyeti bir türlü kavrayamıyordum. Çünki bu yeni tanıdığım oğuz ile annemin uğuz’unun çağrışımları farklı istikametlerdeydi. Yeni oğuz güvenin, itibarın renginde sırt dayama mercii olarak, ruhuma yeni temeller eşiyordu. Oysa diğeri, yani uğuz bir sitemdi ve zayıflık, başarısızlık sebebi olan bir haldi.
Bu kanaat; kanaat ve işlerinde şaşılacak bir isabetle yanılmazlık resmi sergileyen sevgili annemin Erzurum’daki umumî ama garip bir kanaatten kaynaklanan ender yanlışlarından biri olarak, geçen zaman içinde güçlenen ve kalınlaşan zihin duvarlarıma yapıştı, âdeta hâk edildi.
***
1992 yılına gelindiğinde, konjonktürün ihtiyar dünyamıza açtığı kapıdan, Anadolu İnsanının tasavvur ve havsalasında masal bulutları arasında ve havada dolaşan hülyalar gibi uçuşan mücerret ata yurt resimleri, birdenbire müşahhas unsurlar halinde gözlerimiz önünde tecessüm etmeye başladı.
Önceki yıllarda Sovyet demir kapısının arasından hava gibi, su gibi sızarak o masal dünyasından fantastik enstantaneler, efsaneler dolu dağarcıklarla dönen bir dostumuzu soluksuz dinler, eski Atayurt hikâyelerine yenilerini katmanın keyfini yaşardık. Çünkü hâlâ bizler için o coğrafya ulaşılmaz, âdeta fizik ötesi bir dünyaydı. Kafdağı’nın ardı, kapanması çok yıl olan Demirkapı’nın ötesiydi.
Evet, bu seyahatlerden (bizim çevreler itibariyle) ilkinin kahramanı Yavuz Akpınar dostumuzu aylarca dinledik… Öyle ki bu meselelere kendini yabancı bilen, daha doğrusu ilgisi az olan mûzip bir arkadaşımız, bu değişmez hamasî havayı dağıtmak için: “oralarda ekinler nasıldı Yavuz” diye sorunca, “oralarla” ilgili her suali cevaba müheyya seyyah dostumuz hararetle ekinleri anlatmaya başlayınca, hazirun katıla katıla gülmüştük.
Zaman-zaman Yavuz’un evine gider, onun seyahat dağarcığından çıkardığı ses hazinesinden yükselen nağmelerle bîhuş olurduk. Azeri teganniler, Özbek avazlarla o dünyanın soluğunu yüreğimizde hissederdik.
Sonra sevgili Yavuz Akpınar, aşkın bir fedakârlıkla maddî açıdan gücünü fevkalâde zorlayan bir kitap mübadelesi köprüsü kurdu. Bu kitap mâcerası dostumuzun başını epeyce ağrıtacaktı. Soğuk savaş döneminin vehme dayalı istihbarat anlayışından kaynaklanan işgüzarlıklar, onun kültür maslahatını bir çileye, hatta işkenceye dönüştürmüştü. Kitaplara el koyma teşebbüsleri, soruşturmalar… Derken zaman-zaman da iş mahkeme delaletiyle çözümlenebiliyordu. Bir müzik hazinesi sayılabilecek plaklarının bir kısmı kasden çizilmiş, tahrib edilmiş olarak eline geçtiği de oluyordu.
Ancak bütün bu aymazlıklar onu yıldırmadı, karşılıklı akış devam etti. Bu kitapların oluşturduğu tecessüs atmosferine uyum sağlayabilmek için (çevremizdeki hemen herkes) Kiril alfabesini öğrenmeye başlamıştık.
Sovyet Rejiminin pek sıkı bildiğimiz cenderesinde soyumuz kültürünü esas alan faaliyetler şaşırtıcıydı. Dilimiz, o coğrafyalarda hayat bulan edebiyatımız, ortak kültürümüze yönelen ilmî ve sanatkârane ilgi bizi derinden etkilemişti. Yavuz şahsen bu mübadele işini sürdürürken, diğer taraftan da mensubu olduğu A.Ü. Edebiyat Fakültesi’ne ciddî bir kitap hazinesi kazandırma teşebbüsünü başlatmıştı. Fakülte dekanı, hocamız, büyük insan, Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil Merhum ’un resmî gayretiyle, Azerbaycan Üniversitesi’nin kıymetli Profesörlerinden merhum Abbas Zamanov Bey’in muhteşem kütüphanesinin Türkiye’ye bağışlanması sağlanmıştı (dönemin zihnîyeti göz ününde tutulursa, bağışı yapan ve transferi gerçekleştirenler açısından işin hangi çapta bir fedakârlık, hatta kahramanlık gerektirdiği anlaşılabilir).
Daha sonraki dönemlerde bu yerlere yapılan ve birkaç günlük-tahdit altında geçen- seyahatlerden iki kitap çıktı. Onları da hemen okuduk. İşte 1990’lı yıllarda aşılmaz Kafdağı geçit vermiş, kapanalı çok yıl olan demir kapı açılmıştı.
Konjonktür, masalarımızı süsleyen, tarihimizin arkaik bayrak resimlerinin yanına, Yeni Türk Cumhuriyetlerin soluk alan, taze bağımsızlık kokan, bayrak resimlerini de koymuştu.
Bu heyecanla Türkiye Yazarlar Birliği; soyumuz ve kültürümüzün en büyük ve sihirli eseri olan dilimizi esas alan ve bütün dillerin en yüksek ifade sanatı olan şiir etrafında odaklanan ve yirmi iki ülkeden Türkçe yazan şairlerin katımlıyla, Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni’ni düzenledi.
Şölen yüzün üstünde şâirin teşrifi ile Osmanlının ilk pay-i tahtı Bursa ve Selçuklunun son pay-i tahtı Konya’da idrak edildi.
Şölenden sonra soydaş şairlerin izini sürerek bir ayı aşan tempolu bir seyahate başladık.
***
Hangi niyet ve istikamette yapılırsa yapılsın her seyahat, insanın kendi alışılmış vasatının dışına taşma ve farklı olanı algılama cehdi ile âdeta öteleri yoklama idmanıdır.
Orta Asya’ya yapılan bir seyahat, Anadolu coğrafyasını vatanlaştıran Türkler için bir bakıma kendi iç derinliklerinin keşfi mânâsını taşır. Muhakkak ki seyahatimizin feyzi de bu mânâdadır.
Güneşin ilk ışıklarının belirdiği o kadim istikamette, hep o istikamette, yani insanlık mâcerâsının, kültür ve medeniyetlerin tulû’ ettiği o kutlu istikamette giderek, (Mehmet Doğan’ın hususen bu ilk seyahatimiz için sloganlaştırdığı) sınırlarımızın dışına ama özümüzün içene doğru yöneldik…
Orta Anadolu bozkırının baharla vedalaştığı o sarışın günlerde, baharını yaz aylarında idrak eden Doğu Anadolu’nun yüksek platolarına doğru, heyecandan kanatlarla uçuverdik.
Heyecanlı idik, evvela bazılarımız ilk defa yurt dışına çıkıyordu. Saniyen hayal evimize taht kurmuş Orta Asya efsanelerinin içine doğru seyrediyorduk.
Elbette ki heyecandan daha gerçek bir güç; anadilimizin zamana, coğrafyaya, aymazlık ve ihanetlere meydan okuyan kuvvetli kartal kanatları ile bizi uçuran sevk-i tabiimiz, tecessüsümüz bu seyahatimize yön veriyordu.
Nahcivan’da başlayıp, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’ı kapsayan bu ilk Orta Asya seyahatimizde, zamanımız yetmediği için Türkmenistan’ı bir başka sefere bırakmıştık.
Dönüşte, Gördüm Redifli Bir Gezinti serlevhalı yazı ile hissiyatımı dile getirmiştim. Yazı o tarihte kapalı devre yayınlandı. Bu ilk seyahate tekrar döneceğim. Ancak seyahat kronolojisi dışına çıkarak Türkmenistan ile söze başlamak istiyorum.
Türkmenistan… Oğuz hinterlandının doğu ucundaki ata yurt.
1993’de ikincisini Kazakistan’ın o zamanki bas kalası Almatı’da idrak ettiğimiz, Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni’nin üçüncüsünü, Özbekistan’da (Taşkent’te) yapmayı planlamıştık. Ancak Özbek tarafı bazı iç sebepler dolayısıyla şöleni başka bir zamana diyerek erteledi. Ve 1994’te şölen yapılamadı.
1995’te Türkmenistan Yazıcılar Birleşigi teklifimizi kabul etti.
Kazakistan’da olduğu gibi önceden hazırlıklara katılmak üzere şölen malzemelerinden bir kısmını oluşturan, yirmi parça ve 100 kiloyu aşan bir yükle, tek başıma Aşkabat’a gidiyorum.
Uçak yolculuğu; koşuşturma, bekleme, kontrol kuyrukları ekseninde, iradenizi şiddetle elinizden alan, sefer başladığı anda ise, bir koltuğa bağlayıp tamamen esir eden, tabii tasavvurlarınızın, hislerinizin, algılamalarınızın altını üstüne getiren bir ucube. Yüksek bir hızla seyrettiğiniz halde duruyor gibisinizdir. Bedeniniz bütünüyle hareketsizliğe mahkûm edildiği için de yolculuk şuurundan koparsınız. Yolcusunuz ama hareket etmiyorsunuz.. Bu tatsız ikilem içinde gözlerinizi bir başka mekânda açarsınız. Hele uzun mesafeli yolculuklarda zaman tasavvurunuz ilk anda ciddi sarsıntı geçirir. Üç-dört saatlik saat farkları sizi zamandan çıkarıverir.
İşte bu düşüncelerle sarhoş bir halde, bir yaz sabahının tan ağartısıyla indiğim Aşkabat hava alanında kalabalığın sev-i tabiisiyle yürüyor ve kendimi bir kontrol kuyruğunda buluyorum.
Orta Asya’ya üçüncü seyahatim olmasına rağmen ilk defa kendi başıma, normal akışı içinde bir ülkeye girecektim. Çünkü Kazakistan’da olduğu gibi karşılayanım yoktu.
Şaşkın bir tecessüs ile etrafımı tanımaya, anlamaya gayret ediyorum. Gözlerim fıtrî bir mıknatıs cazibesiyle önce bir karşı cinse takılıyor ve derin bir üşüme hissiyle sarsılıyorum. Bu soğuk esintinin cazibe istikametinden gelmesi ile, daha önceki seyahatlerimde fark edemediğim bir şeyi görüyorum. Üniforma kadına teatral bir duruş kazandırıyor. İlk anda çekicilik sağlamasına rağmen üniforması, mübalağalı kasketinin altındaki garip hâlet-i ruhîyesinin maskeleştirdiği yüzündeki o donmuş ifâde içinizi ürpertmeye yetiyor.
Bekir Sıddık Soysal